Denizcinin anasayfası

Tanılmışoğlu’ndan “Yaşlı bir denizcinin anıları”

YDO Makine 1956 mezunu Uzakyol Başmühendisi Ali Vehbi Tanılmışoğlu'ndan "Yaşlı Bir Denizcinin Anıları"

1989 yılının sonları. Kasım sonunda Foça’da konuşlu askeri bir gemideki sekiz aylık kısa dönem askerliğim bitmiş, kısa bir tatil sonrası gemiye gitmek istiyorum. Sınıftan bir arkadaşımla o zamanlar adet olduğu üzere, İstanbul’daki bize uygun armatörleri gezerek “form” doldurduk. Başvurduğumuz bir firmada iki kişilik kadro boşluğu dikkatimizi çekti ve o şirketle anlaştık. Bir süre Kumkapı’da demirli, şirketin bir gemisinde kaldıktan sonra Ocak 1990’da, şirketin diğer gemisine katıldım. O küçük kuru yük gemisiyle neredeyse yarım dünya turu yapmıştık. Türkiye’den katıldığım gemiye, sekiz ay sonra Hollanda’dan ayrıldım.

Bu denizci geminin elektrik zabiti Cem Tanılmışoğlu’ydu. Cem benden birkaç liman önce gemiden ayrıldı. O günlerden bugüne ayrı şehirlerde yaşamamıza rağmen bağlantımız kopmadı. Cem, şimdi gemi elektriği üzerine faaliyette bulunan bir firmanın sahibi, ne zaman arasam babası Rahmetli Vehbi Amca gibi gemiler üzerinde. Biz yine o günlere dönelim. Birkaç ay tatilden sonra yine sefer vakti geldi. Yakınlarla, dostlarla vedalaşma zamanı. Cem’in babası Vehbi Amca, Dünya Denizcilik’te Teknik Müdür. O zamanlar Dünya Denizcilik herkesin dilinde, parmakla gösterilen, çok düzgün, olanakları geniş bir firma. Sahibi Yüksek Denizcilik Okulu mezunu Rahmetli Suay Umut Ağabeyimiz. Gün geldi, yola çıkma vakti. İstanbul’a gidince önce Vehbi Amca’nın yanına gittim. Sekreter Hanıma Vehbi Ağabey ile görüşmek istediğimi söyledim. Kendisi onu aradı, “hemen gelsin” demiş. Kendimi odasında buldum. Beni çok güzel karşıladı, çaylar söyledi ve bugün bile unutmadığım bir şey yaptı: “Uluç otur bakalım, önce sen bana evinin telefon numarasını ver, evi arayalım, annene babana buraya geldiğini ve iyi olduğunu söyleyelim”. Bu babacan, sıcak, kucaklayıcı karşılama işte benim unutamadığım Vehbi Amca’ma aitti. Ben o sırada inşallah bir aksilik olmaz da bu şirkette kariyerimi devam ettiririm diye düşündüm. Şirketin bir dökme yük gemisinde ilk sözleşmemi tamamladım. Ancak gemide son çalıştığım bir sicil amirinin tutumu nedeniyle uzun vadeli bu firmada çalışmak mümkün olamadı. Bunu denizcinin hayatındaki bir cilve olarak kabul ettim.

Vehbi Amca’nın yazdığı iki kitap var. Biri mesleki bir kitap: Endüstriyel İşletmeler ve Gemilerde Enerji Tasarrufu: Gemilerde Meydana Gelmiş Önemli Arızalar, Sebepleri, Tedbirler, diğeri ise Yaşlı Bir Denizcinin AnılarıSon Devin Çöküşü. İlk kitap 1997’de Dünya Denizcilik tarafından yayınlanmış ve geliri İTÜ Denizcilik Fakültesi (YDO) Mezunları Sosyal Yardım Vakfı’na bağışlanmış. Yazımızın konusu olan ikinci kitap ise 1999’da yayınlanmış. Kitabı nasıl edindiğimi tam olarak hatırlayamıyorum. Yüksek Denizcilik Okulu Mezunları Derneği’nden almış olabilirim. Vehbi Amca kitabının önsözünde “tarihe karışmış yaşlı ve ilkel gemilere duyduğu sempatiyi, belki de onlarla beraber kaybolan gençlik anılarını, onların öykülerinde aradığını” vurgulamış. Kitabın başında belirtilmese de, kitabı iki bölüme ayırmak mümkün. Kitabın 93. sayfaya kadar olan kısmını daha çok biyografi olarak okumak mümkün, diğer bölüm ise deniz ve gemilerle ilgili anılardan oluşuyor.

Vehbi Amca’nın biyografisini kitabın arka kapağından okuyalım. “1930 İzmir doğumlu, ilköğrenimini 1942 yılında Aydın’da tamamladı. Orta ve Lise tahsilini Bursa Erkek Lisesi ve İzmir İnönü Lisesi’nde (şimdiki Namık Kemal Lisesi) bitirdi. 1950-1951 yıllarında bir sene Aydın’ın bir dağ köyünde öğretmenlik yaptı. 1951’de girdiği Yüksek Denizcilik Okulu’ndan 1956 yılında Gemi makineleri işletme mühendisi olarak mezun oldu. 1956 sonuna kadar Denizyolları İşletmesinin yolcu vapurlarında, 1956-1959 yılları arasında armatör gemilerinde çalıştı. Yedek subaylığını Erdek araba gemisinde çarkçıbaşı olarak tamamladıktan sonra, 1964 yılına kadar Denizyolları İşletmesi ve Koçtuğ’un çeşitli gemilerinde çalıştı. 1964-1971 yılları arasında Sümerbank Beykoz Deri ve Kundura Sanayi Müessesesi’nde makine bakım şefi olarak çalışma hayatını sürdürdü. 1971 yılında tekrar denize döndü ve bu tarihten itibaren, emekli olduğu 1980 yılına kadar Marmara Transport’un Mersin tankerinde başmühendis olarak çalıştı. Emekli olduktan sonra, hiç ara vermeden, sırasıyla Ocean Lady, Anadolu, Asya I, Kemal II, Norsun ve Toros Alize gemilerinde çalıştı. 1985 yılından 1987 yılı başına kadar, Dünya Denizcilik’in tüm gemilerinde enspektör ve değiştirmeci başmühendis olarak çalıştı. Bu tarihten sonra aktif çalışma hayatına son verdiği 1999 başına kadar aynı firmanın Teknik Müdürlüğü’nü yaptı. Yazarımız evli olup, ikisi kız üç çocuğu vardır.”

Vehbi Amca’nın biyografisinde yer vermediği gemilerin izlerini kitaptan bulalım: Doğan ( 1935-1980), İzmir yolcu gemisi, Mustafa, Ruşen (1893 yapısı), Platin (çalıştığı zaman gemi 77 yaşında!),  İstanbul vapuru, Barbaros tankeri, Ayvalık ve Güllük. Kitabın ikinci bölümünde çok ilginç yaşanmışlıklar var. Bir denizci olarak onları okumak dün ve bugün arasında yapacağımız kıyaslar için çok önemli.

Vehbi Amcanın anne ve baba tarafının hayatlarını okurken, bir imparatorluğun çöküşüne ve genç bir cumhuriyetin doğuşuna tanık oluyorsunuz.  Yakın Türkiye tarihine olan tutkum ve merakım nedeniyle, bu satırların bu yazıda yer almasını arzu ettim.

Anne Tarafım, Ninem Halime ve Annem Zeynep

Vehbi Amca’nın anne tarafı Girit Muhaciridir. Vehbi Amca anne tarafını şöyle anlatır: “1897 yılı Türk-Yunan ve Girit savaşlarını biz kazandığımız halde, araya giren büyük devletlerin masa başı oyunlarıyla, Girit Yunanlılara bırakılmıştı. Bundan sonraki yıllarda burada kalan Türklerin can emniyeti kalmadığı gibi, yaşamları da çok zorlaştı. Dedem Mehmet Salih, daha önce adayı terk eden diğer aileler gibi doğup büyüdükleri ata topraklarından göç etme kararı vermişti. Tüm zeytinlikleri ile verimli arazileri ve evini yok pahasına elden çıkarıp, henüz yeni evli kızı, kocaları ve iki küçük oğlu ile 1907 yılında bulabildikleri ilk gemiye binmişlerdi.

Gemi, tesadüfen o zamanlar Osmanlı Devleti sınırları içindeki Suriye’ye gitmekteydi. Ailenin Halep’e yerleşmesinden kısa bir süre sonra iki önemli olay oldu. İlki Osmanlı Devleti’nde 1908 yılında hürriyet ilan edildi. Yine aynı yıl aileye annem Zeynep beşinci çocuk olarak katıldı. Suriye’deki karışıklık ve geçim sıkıntısı aileyi tekrar muhacerete zorlamıştı. Arabalarıyla uzun bir yolculuktan sonra Torosları aşıp, Antalya’ya yerleştiler. Burada huzurlu bir yaşama kavuştular. Fakat bu uzun sürmedi. Annem Zeynep 6 yaşında iken (1914) aile büyük bir darbe ile sarsıldı. Baba Mehmet Salih, yıllardır omuzlarında taşıdığı acı ve sıkıntılarla dolu ağır yüke veda edip, vefat etti. Aynı yıl Birinci Dünya Savaşı patlak verdi. Her birinin birer oğlu olan damat İbrahim ve Abidin’in (daha sonraki yıllar esaretten kurtulan Abidin, Kurtuluş Savaşı’na katılmış ve İzmir’e giren birliklerin arasında yer almıştır)Mısır cephesinde esaret haberleri birbirini izledi. Şimdi tüm ailenin sorumluluğu anne Halime’nin ( ninem, 1863-1959) omuzlarındaydı.

Anne Halime, harbin sonlarına doğru, çocuk ve torunlarını toplayıp Girit muhacirlerinin çoğunlukta olduğu ve ailesi için daha güvenli gördüğü Aydın’a göç etti. O sırada büyük harp (Birinci Dünya Savaşı) bitmişti. Memlekette büyük bir karışıklık vardı. Aydın da mağlubiyetle biten harpten sonra belirsizlik ve karışıklıktan nasibini almıştı. Memleketin içi, asker kaçakları, ırz düşmanları ve dağlarda eşkıyalık yapan çetelerle kaynamaktaydı. İkisi birer çocuklu dul, biri çocuk yaşta olan üç kızı ve biri 16 diğeri 10 yaşındaki iki oğlunun sorumluluğunu yüklenmiş olan anne Halime, etrafındaki kötülüklerden korktuğu için, aileyi toplayıp, koruyacak kendine talip olan bir erkekle evlendi. Bitlisli Kerim (1867?-1967).” Vehbi Amca kitabında ailesinden duyduğu Yunanlılara karşı koyuşu yerelde sürdürülen örneklerle anlatıyor. Yunanların Aydın’da yapacakları kıyımı önceden tahmin ettikleri için, aile Aydın’dan çıkarak, İtalyan İşgal Bölgesi’ndeki Yenipazar’a gidiyor. Vehbi Amca o günler için şunları söylüyor: “Yerleşim birimlerindeki garnizonlarında ikamet eden İtalyan askerleri silahlarını çatmış, gitar çalıp şarkı söyleyerek günlerini geçiriyorlar, halkın yaşantısına karışmıyorlardı. İtalyanların halkla diyalogu çok iyiydi. Yunanlılardan kaçan muhacirler için kurdukları aşevlerinde, halka bedava yemek veriyorlardı. İşin tuhafı Yunanlılarla savaşıp, toparlanmak için bu bölgeye geçen silahlı efeler dahi bu aşevlerinden istifade ediyorlardı”

Bu sahne bana 2001’de izlediğim bir filmi hatırlattı: Yüzbaşı Corelli’nin Mandolini ( Captain Corelli’s Mandolin).  Aile durumun kötüleşmesine üzerine buradan Antalya’ya göç eder. 7 Eylül 1922’de Aydın’ın ve 9 Eylül 1922’de de İzmir’in kurtulmasıyla Baba Kerim Antalya’ya giderek aileyi Aydın’a getirir.        

Dedem Trablusgarplı Ali Vehbi Efendi ve Babam Ahmet

Vehbi Amca’nın baba tarafı ise Trablusgarp’tan (Libya) . Vehbi Amca’nın babası Ahmet, beş yıl askerlik yapmış, bunun üç yılı esarette geçmiş ve 201 kişi ile katıldığı savaşlardan kendisi dâhil iki kişi sağ kurtulabilmiş. Harp ve esaret yıllarında çektiği ızdırap ve sıkıntılar babasını haşin karakterli bir insan yapmış. Çocuk terbiyesinin dayakla mümkün olacağına inandığı için, çocuklarına çok sert davranırmış. Vehbi Amca baba tarafından şöyle söz ediyor: “Bin sekiz yüzlerin ikinci yarısında, nerede olduğu hakkında hiçbir bilgi edinemediğim “küçük zabit mektebini” bitiren dedem Ali Vehbi Efendi, o devirde Osmanlı Devleti sınırları içinde olan Irak, Hicaz ve Yemen’de vazife gördü. Türk-Yunan ve Girit Savaşları esnasında Girit’te savaşan Türk birliklerinde, otuz yaşını geçkin iken, mülazım (teğmen) olarak görev yapıyordu. Orada zengin ve güçlü bir ailenin kızı olan Sıdıka’yı görmüş ve sevmişti. Sıdıka da atının üzerinde her gün evlerinin önünden geçen bu yakışıklı zabite kayıtsız kalmadı. Sıdıka’yı ailesinden isteten mülazım Ali Vehbi Efendi, ret cevabı alınca onu kaçırdı ve evlendiler. Bu duruma çok kızan güçlü ve kalabalık aile, Ali Vehbi Efendi’yi ordu kumandanı paşaya şikâyet ettikleri gibi, onu öldürtme kararı aldılar. Paşa da hem emrindeki bir subayın hayatını kurtarmak, hem de cezalandırmak için dedemi yeni evli karısı Sıdıka ile birlikte Trablusgarp’a sürgün etti.

1312 Hicri (1896) yılında babam Ahmet dünyaya geliyor. Dedem, babam 7 yaşında iken (1903), ailesinden ve vatanından koparıp yad ellere götürdüğü babaannem Sıdıka’yı boşamış ve evladından da ayırıp, tek başına bir vapurla İzmir’e göndermesi, dedemin acımasız karakterinin apaçık göstergesi. Dedemin, babaannem Sıdıka’yı boşama nedeni, Trablusgarp eşrafından bir ailenin kızı olan Halime’yi görmüş ve sevmiş olmasıdır. Halime ile evlenirler. Babam Ahmet, üvey annesinden çektiği acı ve ıstırapları zaman zaman bana anlatmıştır. Sonuçta, üvey annenin devamlı şikâyet ve kışkırtmalarından bıkan dedem, babam daha 13 yaşında iken (1909), o yıllarda, o civarda tek yatılı okul olan sanat okuluna verdi. Ahmet’in en iyi arkadaşı Ümran’dı ve her iki yakın arkadaş okulda branş olarak marangozluğu seçti. 1911’de İtalyanlar göz koydukları Trablusgarp’a ani bir askeri çıkartma yaptıklarında, rütbesi binbaşı olan Ali Vehbi Efendi, okuldaki oğlu ile evindeki karısı ve kızı Zehra’yı görmeye fırsat bulamadan, birlikleriyle çöle çekildi. Bir dizi çöl savaşları 1912 yılına kadar devam etti. Bu arada Ahmet’in de arasında bulunduğu 201 öğrenci mevcutlu okulda, idareciler kaçmış ve en yaşlısı 16 olan çocukları yalnız bırakmışlardı. Harp ve işgalin ne olduğunu bilmeyen çocuklar, okulda mevcut yiyeceklerin bitmesinden sonra, yarı aç, yarı tok korku içinde yapayalnız kalmışlardı.

İtalyan askerleri okula girdiklerinde acı bir manzara ile karşılaştılar. İlk işleri açlıktan baygın ve halsiz düşen çocukları doyurmak oldu. Aralarında yaptıkları uzun müzakere ve merkezleriyle temaslarından sonra, tüm çocukları bir gemiye bindirip İtalya’da onlar için hazırlanan bir okula götürdüler. Şimdi hepsi gözaltında yarı tutuklu yarı öğrenci durumundaydılar. İtalyanların gayesi zaman içinde bu çocukları asimile etmekti. Harp dolayısıyla tüm öğrencilere asker elbisesi giydirilip, kısa bir hazırlık devresinden sonra, Alp Dağları’ndaki cepheye kar temizliği ve tabya kazma işlerine verildiler. Sıcak iklime alışkın küçük yaştaki çocuklar, hiç alışık olmadıkları soğuk hava koşullarında hastalanıp ölmeye başladılar. Ölenlerin arasında küçük yaştaki öğrenciler en başta gelmekteydi. Babamın anlatışıyla İtalyan albay, alayı ile birlikte yarı esir, yarı asker olan bu öğrenci birliğini Avusturyalılara sattığında sayıları 120’ye düşmüştü. Avusturyalılara kendilerinin Türk olduğunu söylemeleri bir şeyi değiştirmedi. Aynı işi bu sefer Avusturyalılar yaptırmaktaydı. Babam Ahmet ve arkadaşı Ümran birbirlerinden ayrılmayan can ciğer arkadaşlıklarını sürdürmekteydi. Bir fırsatını bulup kendilerini mutfak hizmetine aldırmayı başardılar. Sıcak olan ve yiyecek sıkıntısı çekmedikleri mutfakta durumları eskiye nazaran çok iyiydi.  En büyük üzüntüleri ise; yetersiz gıda ve dondurucu soğuklardan her akşam aldıkları birkaç arkadaşının ölüm haberleri oluyordu. Harp bittiğinde, Ahmet ve Ümran hariç diğer tüm arkadaşları ölmüştü. Kendilerini İtalya’da buldular. Fakat artık sığınabilecekleri bir okul çatısı da yoktu. Günübirlik bulabildikleri işlerde çalışarak hayatlarını idame ettiriyorlardı. Tüm amaçları; doğup büyüdükleri Trablusgarp’a ulaşabilmek ve halen orada yaşadıklarını zannettikleri ailelerine kavuşabilmekti. Bunun için de para biriktirmeleri gerekti. Şanslarına uzak sefer yapan bir gemi şirketinde ayrı gemilerde iş buldular. Yıllarca birbirlerinden ayrılmamış, bu arada tüm arkadaşlarını yitirmiş ve ölümden kıl payı kurtulmuş, bu iki canciğer arkadaş ilk fırsatta Trablusgarp’ta buluşmak vaadiyle vedalaştılar.

Dedem Ali Vehbi Efendi, 1912 yılında Balkan Savaşı patlak verdiğinde; karısı ile çocuklarının akıbetinden habersiz bir yıla yakın çöl savaşlarına katılmış, Yunan donanması Anadolu sahillerini tuttuğu için, Mısır yolu ile Balkan Harbi’ne iştirak etmek üzere İstanbul’a geldi ve savaşa katıldı. Dedem, 1913 yılının sonlarına doğru, çok özlediği ve akıbetinden endişe ettiği ailesini ve okulda bıraktığı oğlunu almak için izinli olarak yine Mısır yolu ile Trablusgarp’a geldi. Daha önce, anlaşma ile Trablusgarp, İtalyanlara bırakılmış olduğundan herhangi bir sorunla karşılaşmadı. Karısı ve kızını buldu. Fakat İtalyan idarecilerinin yardımına rağmen, oğlu Ahmet’ten hiçbir haber alamadı, karısı ve kızını yanına alarak Mısır üzerinden İzmir’e geldi. Ailesini oraya yerleştirdikten sonra birliğine döndü. 1914’te Birinci Dünya Harbi başladığında baba, oğul ayrı kamplarda yaşamaktaydılar. Baba Binbaşı Ali Vehbi Efendi, 4 yıl süren savaş boyunca Mısır, Irak, Kafkas cephelerinden çarpıştı. Ahmet ise, harp başladığında mevcudu 201 kişi olan arkadaşlarıyla İtalya’da okulda gözetim altında öğrenci idi. Büyük harbin bitiminde Ali Vehbi Efendi, bir müddet İzmir’e ailesinin yanına geldi. Bu arada bir kız çocuğu daha dünyaya geldi. Yunanlılar İzmir’e çıkmadan önce İzmir’den ayrıldı. Kurtuluş Savaşı başlamıştı. Tüm muharebelere katıldı.

Kurtuluş Savaşı sonrası, çok kalabalık olan ordu kadrolarında indirime gidildi. Osmanlı Devleti’nin son 50 yılındaki tüm savaş ve çatışmalarına iştirak etmiş, beş defa yaralanmış, yaşı da yetmişe yaklaşmış, dedem yaş haddinden emekli edilenler arasında yer aldı. Ancak ona emekli maaşı bağlanmamıştı. Bir müddet, önceden biriktirdikleri “kötü zaman parası” ile geçindiler. Daha sonra börek satarak hayatını kazanmaya çalıştı. Kurtuluş Savaşı sonunda, Trablusgarplılar,  Anadolu düşmandan kurtarıldıktan sonra, Atatürk’e özel bir heyet gönderip “Trablusgarp’ı ne zaman kurtarmaya geleceksin?” demesi üzerine, Atatürk’ün özel gayretiyle isteyen Trablusgarplıların Türkiye’ye yerleşebileceğine dair hükümetçe bir karar alındı. Gelişlerini kolaylaştırmak için, senelerce Trablusgarp’tan İstanbul ve İzmir limanlarına ücretsiz yolcu taşıyan yolcu vapurları tahsis edildi. Yeni gelen bu muhacirler, İzmir’de daha çok Eşrefpaşa semtine yerleşmeyi tercih ettiler. Ali Vehbi Efendi de bu semte yerleşti. Yeni gelen muhacirlerin en hürmet ettiği şahıslardan biri; Ali Vehbi Efendi idi. Yeni gelenlere göre o, onların “binbaşısıydı”.

Ahmet’in yakın arkadaşı Ümran, İzmir’e geldi ve hemşerilerinin Eşrefpaşa semtinde yerleştiklerini öğrendi. Arkadaşı Ahmet’in babası Ali Vehbi Efendi’yi buldu, ona çocuğunun hayatta olduğunu söyledi ve Vehbi Efendi’nin sevincine şahit oldu. Ümran, sanat okulunda öğrendiği marangozluk sayesinde incir-üzüm mağazalarında sandıklama işinde bir iş bularak çalışmaya başladı. Bu esnada uzak sefer yapan gemilerde çalışan ve bir miktar para biriktirmiş olan Ahmet Trablusgarp’a döner. Trablusgarplılar ona büyük itibar gösterdiler. Ahmet, babası ve ailesinin orayı yıllar önce terk ettiğini öğrendi. Orada iyi bir ailenin kızı ile evlendi. Daha sonra Ahmet, aldığı bir mektuptan, babası ve kardeşlerinin sağ olduğu ve İzmir’e yerleşmiş olduklarını duyunca sevinçten deliye döndü. Fakat ortada bir engel vardı. Ahmet’in eşinin ailesi, dört aylık hamile olan kızlarının İzmir’e gitmesine şiddetle karşı koydular. Tüm ikna çabaları fayda etmedi. Bu arada Ali Vehbi Efendi vefat etti. Onu tanıyan silah arkadaşları ve büyük çoğunluğu Trablusgarp muhacirlerinin oluşturduğu cemaat tarafından cenazesi kaldırıldı. Trablusgarp’tan muhacir taşıyan her vapur gelişinde, pasaporttaki vapur iskelesi bayram yerine dönerdi. O gün muhacirler çalışmazlar ve gelecek olan yeni hemşerilerinden memleket haberleri ve terk ettikleri akrabalarından bir haber alma ümidiyle iskeleye koşarlardı. O gün memleketten vapur gelecekti. İskele kalabalıktan mahşer yerine dönmüştü. Bunların içinde Ahmet’in arkadaşı Ümran da vardı. Vapur yanaştı ve yavaş yavaş yolcular inmeye başladı. O an Ümran gözlerine inanamadı; inen yolcular arasında Ahmet de vardı. Kendisiyle İzmir’e gelmeyi reddeden altı aylık hamile karısını terk etmiş, ailesinin ve en samimi arkadaşı yaşadığı İzmir’e yerleşmek için gelmişti”…         

Film gibi değil mi? Ellerine sağlık, gönlüne sağlık Vehbi Amca. İyi ki bunları yazdınız, geçmişimize ışık tuttunuz. 2001 yılında kaybettiğimiz sevgili Vehbi Amca’yı rahmetle anıyoruz, ruhu şad olsun.

Ali Vehbi Tanılmışoğlu (arka sıra en sağda)

www.uluchanhan.com


Bunları da beğenebilirsin