Denizcinin anasayfası

Maaş yerine gemi enkazı

İkinci Abdülhamid devrinin Bahriye Nazırı Hasan Paşa, düzenli maaş ödeyemedikleri bahriyelilere Mahmudiye gemisi ile Taif ismindeki ilk nakliye vapurumuzun hurdasını kiloyla dağıtmıştı.

 

Yazan: Müh. İlker Meşe

 

Eski defterleri karıştırdıkça, beni hayrete düşüren hikayeleri sizlerle de paylaşıyorum. Bu hikayeyi seçerken elbette olayın Sinop’ta geçmiş olması bir Sinoplu olarak en büyük etken oldu. Ama sizler de bu hikayeyi okuduğunuzda çok seveceksiniz. Sinop’tan başlayarak çeşitli konulardan sonra, maaş yerine nasıl gemi enkazı dağıtıldığını okuyacaksınız.
İstanbul’un ünlü tarihçisi Reşat Ekrem Koçu’nun Çankırılı Hacışeyhoğlu Ahmed Kemal’in ‘Görüp İşittiklerim’ adlı 3 ciltli el yazması kitabından aldığı aldığı hikayesi şöyledir:

Çankırılı Hacışeyhoğlu Ahmed Kemal anlatıyor:

 

1887’de Sinop ve Sülüklü Göl

“Altı yaşında çocuktum. Ailemizin toprağı olan Çankırı’dayım. Bir akşam ağabeyimle beraber mektepten eve dönerken, 30 paraya canlı bir keçi satıldığını ve kimsenin almadığını gördük. İşittik ki, kıtlık olacakmış. Hayvan beseleyecek ot bile bulunamayacakmış. O sene babamı ahaliye yemeklik mısır dağıtmak için Sinop’a tevzi memuru tayin ettiler. Rahmetli babam önce kendisi gitti, sonra bizleri aldırttı. Ne yol var, ne araba. Katır üstünde Sinop’a gittik. Sinop’ta dokuz ay kaldık. O tarihte bu şehir Kaleiçi ve Ada ismiyle iki kısımdı. Biz Ada’da, eşraftan Gavizadeler’in (Öküzoğulları’nın) evinde kira ile oturduk. O vakit Sinoplular’ın pek çoğu Bektaşi idi. (Sinop’un bugünki atalarının Bektaşi olduğunu bu şekilde öğrenmiş olduk. Sinop halkındaki hoş görünün ve kadına saygının nereden geldiği şimdi daha iyi anlaşılıyor.) Selçuk mimarlığının pek güzel bir yadigarı olan Alaeddin Camisi civarında bir tek kahvehane vardı. Bizim oturduğumuz Ada denilen, kale duvarı dışında kalan kısmında ise bir hayli meyhane vardı. Şehrin hamamı ise Romalılardan kalmadır dediklerini hatırlıyorum. Bildiğim içinin gayet loş, kubbelerinin alçak olmasından ibaretti. Şehirde eski derebeylerine ait ahşap ve çok harap bir bina vardı. Mapushanesi ve işkencehanesi henüz duruyordu. Yarımadanın İnceburun tarafında sazlık, ufak bir göl vardı. Bu göle bacaklarını kasıklarına kadar sıvayan adamlar girer, dolaşır, ayaklarına ve bacaklarına yapışan sülüklerle çıkarlar. Satmak için sülük toplarlar ve bununla geçinirlerdi.

(O dönemlerde Sinop)

 

 

Sinop’ta Kalebent bir paşa

Bir gün ağabeyimle bana bayramlık esvaplarımızı giydirdiler. Rahmetli babam: “Sizi büyük bir Paşanın yanına götüreceğim, elini öperek uslu uslu oturun” diye tembih etti. Paşanın oturduğu oda pek fakirhane idi. Halı, kilim, koltuk, kanepe filan yok. Penceresinde patiska perdeler asılı. Üç dört hasır sandalyeli basit bir oda. Uzun boylu ve uzunca beyaz sakallı, fakat dik duruşlu, sivil ceket ve pantolon giymiş bir zat odanın ortasına kadar gelerek bizi karşıladı. Elini öptük. Söylediklerinden hatırımda kalanlar şunlardır: “Evlatlarım! Bacağımda gördüğünüz pantolonu vaktiyle uşaklarıma bile giydiremezdim. Talih beni böyle yaptı. Allah sizi kötü insanların şerrinden muhafaza buyursun.”
Yanından çıktıktan sonra babam: “Bu askeri paşalardan kıymetli bir zattır. Moskof muharebesinde (1877-1878 harbi) iftiraya uğradı, ordudan uzaklaştırdılar, nişanlarını aldılar. Şimdi burada kalebenttir” demişti.

 

Rusların Sinop baskını

Sinop’ta ihtiyar bir kadın1855 Kırım Harbi’nde Sinop Limanında yatan Türk donanmasını Rusların nasıl basıp tahrip ettiklerini, ahalinin şehrin batı sahillinde ve kale duvarlarının himayesinde boğazlarına kadar denize girerek canlarını kurtarmak için kaçıştıklarını anlatırdı. Hele Türk gemilerindeki cephaneler infilak ettikçe havada kol, bacak gibi insan parçalarının uçuştuğunu, şehrin yandığını, kaçan ahalinin bir çoklarının denizde boğulduğunu o kadar dokunaklı bir eda ile anlatırdı ki, bende vatan düşüncesi ve sevgisini uyandıran bu kadın olmuştur.

 

Sinop Zindanı’ndaki haydutlar

Bir gün, mektep talebesi arasında bir söylenti çıktı. Dokuz tabancalı denilen meşhur bir haydut tutulmuş, zindana konmak için Sinop’a getiriliyormuş. Horozoğlu denilen haydudun yanına koyacaklarmış. Horozoğlu, yolcuları çevirir, soyar, döğermiş. Karşı gelen oldu mu sırt üstü yere yatırıp el ve ayaklarından bir kazığa bağlar, sonra göğsünde ateş yakar ,bu ateşte kahve pişirir içermiş. Böyle vahşi, kanlı katil bir herif olup on seneden beri zindanda imiş. Ölünceye kadar da yatacakmış derlerdi.

 

(Sinop Kaleiçi Hapishanesi)

 

O zamanların meşhur haydutları

Çocukluğumda Konya ve İzmir taraflarında nam salmış Efe Osman ile doğuda türemiş Topal Tecu adına iki haydudun vakaları anlatılırdı. Sonraları Kayseri, Adana, Konya ve Sivas taraflarını kasıp kavuran Çellu adında bir haydut türemişti. Bu Çellu on, on beş sene kadar esti. Nihayet Diyarbakır’da posta arabasını soyarken bir komiser tarafından vurulup öldürüldü. Çellu için zenginlerden alır, fakirlere dağıtır derlerdi. Daha sonra İzmir vilayetinde Çakıcı yahut Çakırcalı türedi. O da 15 seneden fazla hükümeti uğraştırdı. Şöhreti Avrupa’ya kadar yayıldı. 1908 de Meşrutiyet ilan edilir edilince af diledi, af edildi. Sonra eski avenesini toplayıp tekrar haydutluğa başladı. Nihayet bir çatışma sırasında kaçarken yakalanıp başı kesilmiş. Karısının şehadeti ile onun olduğu anlaşılınca İzmir’de ayaklarından baş aşağı asılarak teşhir edilmişti. Kendisinin yakalanmasından sonra çetesi de dağılmıştır.
“Bana da derler Çakıcı, Yar fidan boylum” Nakaratlı bir türkü, bir zamanlar herkesin ağzında idi.

İstanbul’da ilk transatlantikler

İstanbul’a ilk gelen transatlantik 1900 senesinde 16 bin tonluk Arabic vapurudur. Sonra 20 bin tonluk Celtic geldi. Daha sonra1924’de Homeric geldi. 30 bin tonluk Homeric o tarihte dünyadaki en büyük gemilerinin beşincisi idi.

 

 

Donanmamıza ait notlar

Abdülaziz zamanında İngiltere’den satın alınan zırhlı gemilerimiz evvela” Necm-i Şevket” ve “İclaliye” sonra “Avn-i İlah”, ”Muin-i Zafer” ve “Feth-i Bülend”korvetleridir. Son üç korvetten Avn-i İlah İtalyanlar tarafından Beyrut limanında, Feth-i Bülend ise Balkan Harbi’nde Yunanlılar tarafından Selanik Limanı’nda batırıldı. Muin-i Zafer son zamanlara gelinceye kadar Kasımpaşa’da, Divanhane önünde kıçtan palamar atmış vaziyette dururdu. Mektep gemisi idi.

 

Maaş yerine gemi enkazı

Hazin ve garip bir hatıradır. Maaşların muntazam çıkmadığı II.Abdülhamid devrinde, Bahriye Nazırı Hasan Paşa bahriyelilere bir müddet her ay bir lütf-i mahsus (görülen gerek üzerine) olarak maaş yerine gemi enkazı dağıtmıştır. Şöyle ki, 2 bin 500 tonluk meşhur üç ambarlı Mahmudiye gemisi ile Rusların Sinop baskınından kaçıp kurtulan Taif ismindeki ilk nakliye vapurumuz bozulmuş, Hasan Paşa bu iki geminin enkazının maaşlara mahsuben bahriye zabitanına dağıtılması iradesini almıştı. O zamanlar ”Süret” denilen maaş bordroları hazırlanır, fakat para hizalarına, mesela, ”Taif’ten 500 okka enkaz verile” diye yazılırdı. Bunu alan doğru müteahhide koşar, enkazı hemen nakde tahvil ederdi.

 

(Mahmudiye)     

 

(Taif)   


Bunları da beğenebilirsin