Denizcinin anasayfası

Kapt. Refik Akdoğan’dan “60 Yıllık Kaptanın Hayatı”

Sevgili Kaptan Refik Akdoğan Ağabeyimizi denizci olup da tanımayan bilmeyen var mıdır? Adına ilk defa okulumuzdaki kütüphanede bulunan kitaplarda rastlamıştım. Daha sonra meslek yaşamım boyunca kendisinin kitaplarından ve makalelerinden çok faydalandım. Yirmiden fazla kitabı bulunan Kapt. Refik Ağabey’in ne kadar büyük bir hizmet yaptığını düşünebiliyor musunuz?

Bu yazımızın amacı, Refik Ağabey’in 2009 yılında tamamladığı ancak bugünlerde kitaplaşacak eserini anlatmak. O zaman bu çalışmayı okuduğumda, çalışmanın adı “60 Yılın Hesabı” idi.

Geçenlerde Refik Ağabey ile telefonda görüştüm ve çok güzel bir haber aldım. Meğerse Refik Ağabey’in kitabı basılıyormuş! Kitabın adı küçük bir değişikle “60 Yıllık Kaptanın Hayatı” olmuş. Kitapta denizciliği öğrenme ve öğretmeye adanmış bir hayatı dolu dolu yaşayan Refik Ağabey’e tanık olacaksınız. Bu hayatta, insanların hayatına dokunan, karşılık beklemeden veren, denizcilere faydalı olan, üretken bir (1) insanın motiflerini göreceksiniz. Bu kitap aynı zamanda bir yerel tarih ve denizcilik tarihi çalışması olarak da okunabilir.

Fotoğraf : Denizcilik Dergisi arşivi, teliflidir.

Hadi başlayalım. Acaba Refik Ağabey niye hesap vermek istiyor diye sorabilirsiniz. Refik Ağabey’in yanıtı şöyle: “Bu fakir, fukara millet seni dört sene okuttu, yedirdi, giydirdi en iyisinden. Buna karşılık peki sen Türk Deniz Ticaret Filosunu yükseltmek ve yüceltmek için ne yaptın? Haydi hesap ver milletine sorusu kafamın içinde sürekli uğuldayıp durduğundan, ne yaptığımı daha doğrusu ne yaptığımızı Türk kamuoyuna anlatmayı vicdani bir borç bildiğimden, işe en başından başlayarak aziz milletime hesap vermek için yazıyorum.”(2) Yaptığı o kadar çok şey var ki, yazımda bunlardan bazılarını dile getirebilirsem ne mutlu bana.

Refik Ağabey kitabına şöyle başlıyor :

“Ben 1927 yılında Ordu’da doğdum. Ordu’da lise olmadığından Trabzon’a taşındık. Ordu’dan Trabzon’a göçtüğümüz zaman henüz İkinci Dünya Savaşı patlak vermemişti. Liseyi 1944’de bitirdim. O yıl İkinci Dünya Savaşı bütün şiddetiyle devam ediyordu. Savaşa girmediğimiz halde temel gıda maddeleri vesika ile satılıyordu. Gıda durumu savaş yıllarında böyleyken lisede eğitim şaşılacak derecede çok iyi idi. Devlet öğretmenleri askere almadığından öğretmen sıkıntısı çekilmiyordu. İtiraf etmeliyim ki gençliğimin o yılları, derslerim iyi olduğundan ve mahallede de birçok kız arkadaşım olduğundan çok iyi geçti.”

O günlerin nasıl geçtiğini Refik Ağabey şöyle anlatıyor :

“Sonbaharda gökten bıldırcın yağardı. Yaz aylarında en büyük eğlence denizdi. Sabahleyin denize gider, akşamleyin eve dönerdik. Denizde yüzerken ya da kumlarda güneşlenirken, İkinci Dünya Savaşı sürdüğünden Alman-Rus uçaklarının savaşlarını seyrederdik. Hemen her gün seyrettiğimiz bu savaşta ne yalan söyleyeyim Alman uçaklarının kazanması için coşku ile bağırırdık. Bazen plajlarımıza zorunlu iniş yapan Alman uçaklarının çok genç pilotlarını omuzlarımıza alır, Almanca bilen arkadaşlarımızdan öğrendiğimiz Almanca sözcüklerle onlara olan hayranlığımızı göstermeye çalışırdık”

Ancak Refik Ağabey meslek yaşamına atılıp Almanya’ya gittiğinde gerçeklerle yüzleşir ve bir görüşmede(1) Almanlar hakkında şunları söyler :

“Ama kimse Nazi’lerin böylesine insanlık düşmanı olduklarını bilmiyordu ki, bizler onları kahramanlar olarak biliyorduk. Savaşın nasıl bir büyük insanlık suçu, affedilemez bir vahşet olduğuna Almanya’da tanık oldum. Erkeklerin büyük çoğunluğu savaşta yitirilmişti, aileler parçalanmıştı, kadınlar geride kalanları hayatta tutabilmek için mücadele veriyorlardı. Bu arada hayata tutunmak pahasına insanların kendilerinden verdikleri ödünler, kabul edilemez yaşam seçenekleri içimi çok acıtmıştı.”

Refik Ağabey’in okulda bir yabancı dili seçmesi ilginç olmuş. O zamanlar Fransızca revaçta, ikinci olarak Almanca, son olarak da İngilizce. Yani bugünün tam tersi. Refik Ağabey’e İngilizce denk geliyor.

Ağabeyi ona okula kayıt sırasında şöyle teselli ediyor :

“Denizci olursan İngilizce çok işine yarayacaktır”. Onun denizciliğini seçeceğinin ilk işareti bu olmalı. İkinci işaret ise “sörfün anavatanı” Ordu kumsalından geliyor. Refik Ağabey o güzel günleri şöyle anlatıyor: “Ordu kumsalında, o zamanlar Ordu Milletvekili olan Selim Sırrı Tarcan yazın biz çocuklara İsveç’ten getirdiği İsveç kültürfizik jimnastiğini yaptırırdı. Bu denizde sörf yapardık. Elimize bir tahta alır, deniz sığ olduğundan yüz, yüz elli metre kadar sahilden açılır, dalganın çatladığı yerde tahtayı göğsümüze koyar sahile kadar çatlağın önünde viya yapardık. Sörf yerine viya kelimesini kullanırdık. Bu da gösteriyor ki sörfün anavatanı Ordu’dur. Yıl 1936. Ayrıca dalgaların sahip olduğu enerjiyi de belki de ilk kez biz kullanmış olduk. Ben de çok önemli bir denizcilik sözcüğü olan viya sözcüğünü 1936 yılında kullanarak denizciliğe adım atmışım da haberim olmamış”

Aile köklerimiz Ordu ilindendir. Refik Ağabey’in kitabında babamın seçtiği Deniz Astsubaylığı mesleğinin ipuçlarını buldum.

Bakın Refik Ağabey bize neler söylüyor :

“Hamidiye savaş gemisi Ordu limanına demirlemişti ve biz de ilkokul olarak (sanırım otuzlu yılların ikinci yarısı, UH) gemiyi ziyarete gitmiştik. Gemiyi ziyaretin amacı harp gemilerini gençlere tanıtmak olduğu gibi ortaokul mezunlarından da deniz astsubay okuluna öğrenci toplamaktı. Sanırım ortaokulu bitirmiş olan bazı gençler geminin bu ziyaretinde gemiye katılmışlarsa da sonraları çoğunun geri döndüğü söylenmişti. Gençler hem askerlik hem de deniz gibi koşulları ağır olan mesleğe uyum sağlayamamışlardı”. Refik Ağabey’in ailesi ile aynı koşulları yaşayan babamın ailesi de oğullarını parasız yatılı bir okula verip hayata bir an önce atılmasını istemiş ve babam Yüksel, gencecik bir delikanlı olarak, Aksu vapuru (3905 grostonluk) (3) ile İstanbul’a gelmiş. Ancak normalde 1950 yılı mezunu olması gerekirken, okuldan kaçtığından dolayı 1951 yılında mezun olmuş. Refik Ağabey’e hak vermemek elde değil.

İnsan Ordulu olur da, fındıktan söz etmez mi? Refik Ağabey şöyle anlatıyor :

“İlin tek geliri fındıktandı. Fındık da ağaların ve İsviçreli şirketlerin elindeydi. Fındık toplandığı zaman güneşte kurutulur ve kapsülü fındığın kabuğundan işçiler tarafından iyice ayıklandıktan sonra tekrar kurutulurdu. İyice kuruyan fındığı sert kabuğundan ayırmak, yani iç fındık yapmak için fındık fabrikalarda işlem görürdü. Çuvallara doldurulan iç fındık gemilere yüklendikten sonra Avrupa’ya ihraç edilirdi. İç fındık pahalı olduğundan halk tarafından sürekli tüketilemezdi. Fındığını satanlar tüccara olan borçlarını ödedikten sonra, düğün dernekler, rakı sofraları, fındık ağaçlarının yeni ürüne hazırlanması için gübresi ve ilacı derken fındık bahçelerinin sahipleri tefecilere tekrar borçlanırlardı. Bu kısır döngü Giresun, Trabzon için de aynen geçerliydi.”. Urla ile ilgili yaptığım çalışmalarda aynı döngünün tütün için yaşandığını üzülerek gördüm. Bugün maalesef dışa bağımlı olduğumuz ürünlerden biri de tütündür.

O zamanlar Karadeniz’de liman yoktu, gemiler kentin açığına demir atardı. Refik Ağabey şunları söylüyor :

“Trabzon’da da gemilerin barınabileceği bir liman yoktu. Yaklaşık elli metre uzunluğunda olan bir mendirek küçük deniz araçlarını koruyabiliyordu. Gemiler açıkta demirleyerek yükleme boşaltma işlerini yapıyorlardı. Ruslar Birinci Dünya Savaşı’nda Trabzon’u işgal edince hemen Değirmendere tarafına küçük araçlar için, hurda gemileri batırarak bir liman inşa etmişler. Zonguldak, İnebolu, Ayancık, Sinop, Samsun, Ordu, Giresun, Samsun’dan sonra Hopa’ya giderken uğranılan Ünye, Fatsa, Ordu, Tirebolu, Görele, Akçaabat, Trabzon, Of, Sürmene, Rize ve Hopa’da da durum aynı olup indirilen, bindirilen yolcular aynen Samsun’daki gibi durumlarla karşılaşabiliyorlardı. Yükler yani fındık, çaparlarla açıkta demirleyen gemilere yüklenir, çaparlara boşaltılan yükler de sahile boşaltılırdı. Tabii hava izin verirse.”

Trabzon’un sosyal yaşamı hakkında şunları öğreniyoruz :

“Trabzon ve Ordu’da sosyal yaşam o tarihlerde çok moderndi. Babam bir başöğretmen olarak daima Halk Evleri’nde aktif rol oynardı. Temsil kolu başkanlığı yaptığı zamanlarda yaz aylarında köylere giderler, temsiller(tiyatrolar) verirlerdi. Beş altı tane bulunun yabancı konsolosluklar Trabzon’un önemli bir kent olduğunu gösteriyordu. Şehir merkezi olan Orta Hisar tarihi yüksek kale duvarlarıyla çevriliydi. Çok tarihi eser vardı.”

Refik Ağabey ile ortak bir noktamız daha çıktı. Dedem Burhan Hanhan, Nisan 1937’de Ordu ili, Ünye İlçesi, Yalıköy Başöğretmeni ve Ünye Halkevi Temsil Şubesi Başkanıymış. Zamanın Valisi Baran, köyleri tanımak amacıyla yirmi sekiz soruluk bir anket hazırlatmış, bu anketler münevverler vasıtasıyla köylülere uygulanmış ve neticede her köyle ilgili çeşitli alanlarda bilgilere ulaşılmış. Dedem tarafından derli toplu hale getirilip Ordu Halkevi tarafından basılan çalışma “Ünye Merkez Nahiyesinde Siyasal Bakımdan Etüdler” adını taşımaktadır. Dedem, Cumhuriyet kadrolarının köyleri geliştirme ülküsüne sahip olduklarını ve köycülük sayesinde yurdun layık olduğu seviyeye çıkarılması hedefinin konulduğunu belirtmektedir.(4)

Refik Ağabey, 1944 yılında liseyi bitiriyor ve sıra meslek seçimine geliyor. Kendisi İstanbul’daki parasız yatılı tıp okuluna girip, doktor olmak istiyor. Babasından aldığı 300 lira ile yola çıkıyor. Refik Ağabey İstanbul’da yaşadığı hayal kırıklığını şöyle anlatıyor: “İstanbul’da bir iki gün dinlendikten sonra derhal tıbbiyeye girebilmek içi yaptığım başvuru sonunda, tıbbiyeye yaşım küçük olduğu için giremeyeceğimi öğrenmek dünyamı kararttı. Askeri tıbbiye, orman, ziraat fakülteleri de aynı yanıtı verince Trabzon’a dönmekten başka çare kalmamıştı”.İşte o sırada bir mucize gerçekleşiyor. Buna üçüncü işaret diyelim. “Böyle gezmeler devam ederken o tarihlerde çıkan “Akşam” gazetesinde yayımlanan hikâyeleri çok sevdiğimden onları hep okurdum. Yine böyle bir hikâyeyi bitirdikten sonra, hikâyenin altında bir ilan gördüm: “Yüksek Deniz Ticareti Okulu Müdürlüğü’nden, Güverte ve makine bölümlerine lise mezunları alınacaktır. Güverte bölümünü bitirenlere uzak yol güverte zabiti, Makine bölümünü bitirenlere Gemi Makineleri İşletme Mühendisi Unvanı verilir vb.” Ardından Refik Ağabey bir akrabası ile okula gider ve okula ön kaydını yaptırır. O günü şöyle anlatır: “O ne okuldu ya Rabbim öyle(!),deniz kenarında gül bahçeleri içinde okul binaları, tenis kortları, basketbol ve voleybol sahaları, okulun rıhtımına bağlanmış dört gemi, arkalarında yazılarını okudum: Ertuğrul, Söğütlü, Yıldız Kotrası ve Hamit Naci yazılı idi. Bunlar okul gemileriymiş. Havuzda bir sürü filika vardı. Bunlar da yelken ve kürek eğitimleri içinmiş. Kayıt için okulun içine girdiğimde içerisi sanki saray gibiydi”. Daha sonra okulun sınavını kazandığını öğrendiğinde “dünyalar onun olur”.

Zamanında Tuzla’da bizim de yaptığımız gibi Refik Ağabey üniformalı ile çekilmiş ilk fotoğrafını ailesine gönderir: “Tabii bize hemen elbise vermediler. Pratik Türk zekâsı bu duruma hemen çare bulmakta gecikmedi. Okulun lisesinden yüksek bire geçen öğrencilerle aynı sınıfta birlikte okumaya başladığımızdan, hemen kurulan arkadaşlıklar sonucunu vermiş ve emanet alınan ceket, şapka, beyaz gömlek ve kravatla Beşiktaş’ta bulunan Foto Zafer’de çektirilen resim memlekete hızla postalanmıştı. Rivayet olunur ki annem uzun süre resmimle yatıp kalkmış, mahallenin kızları da resmimi görebilmek için anneme hizmet etmekte yarışmışlar.”

Okulun içi saray gibiydi, tekneler, spor olanakları pekiyiydi. Ama öğretmenler?

“Meslek dersleri dışındaki öğretmenlerimiz hem çok yaşlı hem de fazla bilgili değillerdi. Bir öğretmenimizin gözleri iyi görmediğinden sıralar arasında dolaşırken oraya buraya çarptığından yürümesine öğrenciler yardım ediyordu.”

Ya kurallar :

“Okula ilk geldiğimiz günlerde, tabii biz sivil elbiselerle okulda dolaşırken okulun lisesinden gelen ve bizimle aynı sınıfta okuyan sınıf arkadaşlarımız bize okulun törelerini, kurallarını anlattıklarında anladık ki, bu okul yarı askeri bir okulmuş. Sonradan anladık ki bütün bu kurallar ve yapılan kürek ve yelken talimlerinin amacı, ticaret gemilerinde çalışacak olan bizlerin gemilerdeki disipline uyum sağlamamız içinmiş.”

Refik Ağabey ve üç arkadaşı Şevki Kurtuluş, Sadi Vakkas Çeliker ve Şevket Gürler, M/T Akar’da onlara verilen başaltındaki bir kamaraya yerleşirler ve iki ay stajlarını yaparlar. Yıllar geçer ve dördüncü sınıfa gelinir. Refik Ağabey mezuniyete giden süreci şöyle anlatıyor: “S/S Hamit Naci ile bütün yıl tüm Karadeniz, Marmara, Akdeniz limanlarımızı dolaştıktan sonra yabancı limanlar olarak da Mısır’ın İskenderiye, Port Said ve Süveyş Kanalı’nı geçtikten sonra Süveyş Limanı’nı ziyaret ettik. Tüm seferlerimiz on ay sürdükten sonra okulun önüne kıçtankara olunca dünyalar bizim olmuştu. Artık diplomamızı almamıza ve ticaret gemilerimizde çalışmamıza çok az zaman kalmıştı.”

Sonunda mezuniyet gelir çatar :

“1948 yılında, Ortaköy’de Yüksek Denizcilik Okulu’nun bahçelerinde, 1 Temmuz Kabotaj ve Denizcilik Bayramı kutlanırken biz de diplomalarımızı Ulaştırma Bakanı Sn.Kasım Gülek’in elinden alıyorduk. Her şey bir rüya gibiydi. Okulun bahçesi ana baba günüydü. Analar, babalar, güzel kızlar, nişanlılar, sözlüler, konuklarla ve devletin önde gelen yüksek dereceli memurlar ve subaylarla dolup taşıyordu. Askeri bandonun çaldığı İstiklal Marşı’nı hep bir ağızdan söyledikten ve başta devlet büyüklerinin, okul müdürünün öğrenci temsilcisinin nutuklarından sonra 26 güverte, 23 makine olmak üzere diplomalarımızı alır almaz büyük coşku içinde şapkalarımızı havaya kaldırarak mezun olmanın sevincini coşkuyla kutladık.”Aynı bizim 2 Temmuz 1987’deki törenimiz gibi.

Refik Ağabey ilk gemiye katılışını şöyle anlatıyor :

“Devlet Deniz Yolları İşletmesi beni sınıf arkadaşım Mustafa Sivri ile S/S Bakır gemisine güverte zabitleri olarak atamıştı. Gemi 1921 yılında 5300 dwt’luk bir kuru yük gemisi olarak inşa edilmişti. Sonradan yolcu taşınması için ambarlarına ve güvertesine kamara ve salonlar yapılmıştı. Hatta bir seferinde Pire’den Amerika’ya 2.Dünya Savaşı’nda Amerikan askerleriyle evlenmiş olan 243 Yunanlı kadını taşıması dillere destan olmuştu. Düşünebiliyor musunuz? O tarihlerde Yunan kadınları Amerika’ya taşıyacak bir Yunan gemisi bulunamamış. Rivayet odur ki, bazı Yunan kadınlar bir ay süren yolculuk sırasında gemide tanıştıkları Türk gemi adamlarını iyice tanıdıktan sonra New York’a çıkmamak için çok direnmişler. Ancak Amerika Muhaceret Dairesi gemide fare olduğunu saptandığından, gemiyi dezenfekte edecek olan sahil sağlık idaresi, kadınları dışarıya zorla çıkarmış. Biz gemiye 1948 yılında katılmıştık, söz ettiğim sefer ise 1947 yılında yapılmıştı. Anılar tazeydi, gemi adamlarımız özellikle böyle hikâyeleri ilaveler yaparak anlatırlarsa da gerçek olanlar da vardı.” Refik Ağabey’in söz ettiği gemiyle yenidünyaya ve yeni bir hayata yolculuk eden Yunan kadınlar bana bir filmi çağrıştırdı: “Brides”, 2004 yapımı bu filmde yine bir savaş sonrası Amerika’ya giden Yunan kadınlar var. Bu sefer 1. Dünya Savaşı sonrası, filmin ilk sahnesi ise yaşadığım yer İzmir’den, yıl ise 1922.(4)

Refik Ağabey’in Türk deniz ticaretinde kırılma noktası olarak kabul edilecek bir tespiti var. Kendisinden dinleyelim: “ABD savaş sonrası elinde kalan gemileri müttefiklerine vermek isterken, istediğin kadar alabilirsin teklifine, Yunan Hükümeti özel sektörüne (zaten gemicilikte devlet sektörü yoktu) kefil oldu. Yunan armatörleri Liberty’lerden, Victory’lerden, Empire’lerden deyim yerindeyse yüzer yüzer almışlar ve büyük Yunan deniz ticaret filosunu yaratmışlardır. Biz ise bu gemileri çalıştıracak personelimiz yok bahanesiyle kısıtlı sayıda gemi almışız. Ayrıca yaklaşık 10.000 dwt olan yük gemilerinden (Çoruh, Yozgat vb.) Zonguldak Limanı’na giremez diyerek birkaç tane alınmakla yetinilmiştir. Hazinemiz özel sektöre garanti vermediğinden özel sektörümüz Amerikan yardımından gemi alamamıştır.”

Refik Ağabey kitabında bize kendi deyimiyle 1947’de New York’ta gerçekleşen ilk PSC’yi ( Liman Devleti Kontrolü) anlatıyor. Olayın kahramanları ise isimleri bizim kuşağın da bildiği iki deniz kurdu: Namık Assena ve Mümtaz Diker. Refik Ağabey şöyle anlatıyor: “Sonradan gördüm ki, iki güverte zabiti mesleklerini çok seven, çok yetenekli, denizcilik örf ve adetlerinin gereklerini yerine getiren gemi kaptanları olarak bize örnek olmuşlardır.” İşini sevmek, işini doğru yapmak ve örnek olmak ne kadar önemli değil mi?

Refik Ağabey’in ‘tembelhane işletmeler’ yani eski tabirle, denizcilik KİT’leri (Kamu İktisadi Teşebbüsleri) hakkında önemli bir tespiti var. Bu tembelhanelerin doğumunu şöyle anlatıyor: “S/S Bakır Amerika seferlerini yaparken bir devlet gemisiydi. Bacasında çift çapa vardı. Hâlbuki gemi Türk bayrağını 1938’de çektiği zaman, sahibi Deniz Bank-Eti Bank olan bir özel sektör işletmesiydi. S/S Bakır’dan başka S/S Krom ve S/S Demir adında iki gemisi daha vardı. Devletçilik otuzlu yıllarda bütün hızıyla devam ederken, özel sektöre ait gemiler birer birer devletleştirildi. Örneğin Tarı, Erzurum, Aksu ve Güneysu. Rivayet odur ki, Karadeniz’de yapılan yolcu taşımasında özel sektör arasında o kadar çok rekabet meydana gelmiş ki, gemi sahipleri yolcuları bedava taşıdıkları gibi her yolcuya günde bir kez bedava ekmek de verirlermiş. Devlet bu yıkıcı rekabeti uygun görmediğinden(!) özel şirketlere ait yolcu gemileri devletleştirmiş. Bundan sonra rekabet nedeniyle çok düşen navlunlar, özel yük gemilerini zarara soktuğundan, onların da devletleştirilmesi uygun görüldüğünden uzun yıllar özel sektör bir daha gemi almayı düşünmemiştir. Kuşkusuz devletleştirme ilk bakışta deniz ticaretine bir disiplin getirme olarak düşünüldüyse de, filomuzun gelişmesini önlediği de yadsınamaz. Bu olay rekabetin yıkıcı etkisini ortadan kaldırma olarak görülüyorsa da, devletleştirme rekabetin avantajlarından yararlanma gibi büyük bir ticari olguyu yok etmiştir. Bunun sonucu olarak bir sürü tembelhane olan devlet işletmelerini yaratmıştır.”

1947’de Amerika’ya 243 Yunan kadını taşıyan S/S Bakır bu kez Karadeniz limanlarından İstanbul’a hayvan taşıyor. Refik Ağabey’den dinleyelim. “Bir seferinde Bakır gemisi Hopa’dan 10.000 baş koyun yükleyerek rekor kırmıştı. Kaptan dip ambarlara ahşap kat yaptırarak daha fazla koyun taşıma olanağını yaratmıştı. Tabii bu koyunların bazıları havasızlıktan yaşamlarını yitirmişti. Yazın güvertede hayvanlarla yolcular koyun koyuna seyahat ederdi. Hiç kimse bu yolcuların hali ne olacak diye düşünmez, hayvanları ayrı yolcuları ayrı taşıyalım diye bir çalışma yapmazdı. Bu seyahatler öyle bir iki gün değil, bazen özellikle kış aylarında bir hafta sürerdi.”

Refik Ağabey ilk maaşının (1948) 136 TL olduğunu söylüyor ki yaklaşık 100 usd, benim de 1987’deki ilk maaşım yanılmıyorsam 400.000 TL idi ki bu 467 usd ye geliyor. 40 yıl sonra usd bazında 367 usd maaşımız artmış!

1949 yılında kurulan Yüksek Denizcilik Okulu Mezunlar Derneği’nin ilk tohumlarının S/S Bakır gemisinde atıldığını kitaptan okuyoruz. Çok hoş da bir hikâyesi var.

Refik Ağabey 1953 yılında evlenmiş, bunu da kitabında çok güzel ifade etmiş :

“Bu satırların yazarı olan Ordulu Refik Akdoğan, Ordu gemisinde 3. kaptanken Ordu limanında Ordulu Handan Hanım’la Orduluların huzurunda 26 Aralık 1953 tarihinde evlenmiş olup bu satırları yazarken, yani 2009 yılının nisan ayında, 55 yıllık mutlu evliliğini sürdürmektedir.”

Refik Ağabey kitabında neler anlatıyor neler :

İzmir seferleri, Ankara’nın süvarisi efsane Kaptan Şefik Gogen, 1954’de D.B. Deniz Nakliyatı T.A.Ş’nin kuruluşu ve çöküşü, 1950 yılında askerden döndüğünde katıldığı Çoruh gemisindeki konfor, yirmi beş yıl bıkmadan usanmadan yaptığı araştırmalı çalışmalar sonunda İngilizce-Türkçe ve Türkçe-İngilizce Denizcilik sözlüğünü 1974 ve 1975 yıllarında aldığı emeklilik ikramiyesi ile bastırdığını, Çoruh, Yozgat, Manisa ve Aydın Victory tipi gemileriyle Türkiye ile Amerika arasında sefer yaparken on iki yolcuları olduğunu, S/S Demir şilebinde gemide buzluk olmadığından canlı hayvanlarla yaptıkları seferleri, 1955’de Gemi Kurtarma İşlemesi’ne geçişini, İngiliz Gemi Kurtarma uzmanı Rees’i, işletmeye girdikten sonra kurtarma işlerinde gördüğü çok önemli bir eksikliğin ortaya koyduğu tehlikeli bir durumu ortadan kaldırmak için eğitim işlerine başladığını, Alemdar 2 Kurtarma gemisi ve inşasında yapılan hatalı seçimi, M/V Akdeniz gemisinin okulumuzun gemisi olması için verdiği uğraşı, deniz ticaretinin azgın doğa koşulları altında, acımasız bir rekabet ortamında yapıldığından bu işe girişenlere devletin olanaklarını zorlayarak, gelişmesini önleyen tüm engelleri ortadan kaldırarak yardımcı olunması gerektiğini, ticaret filomuzun varlığının ülkemizin egemenliği ile yakından ilgili olduğunu, okul çağında bulunan yirmi milyon ya da her yıl üniversiteye giremeyen milyonlarca Türk gencinin yaradılışına yakışan en iyi işin, kazancı çok iyi olan denizci olmak olduğundan onlara uluslararası düzeyde İngilizce ve meslek İngilizcesi ile birlikte denizcilik eğitimi vererek, onları dünya denizlerine ulaştırmamız gerektiğini, denizlerde deneyimler kazanmış denizcilerden öğretim görevlisi yetiştirmek gerektiğini…

Ulu önder Gazi Mustafa Kemal Atatürk’ün “Tek bir şeye ihtiyacımız vardır, çalışkan olmak” özdeyişini benimsemiş değerli Kaptan Refik Akdoğan Ağabeyimiz’e bizlere hediye ettiği bu başucu kitabı için ne kadar teşekkür etsek azdır. Ellerine, gönlüne sağlık Refik Ağabey, mesleğimizin gurur duyduğu bir büyüğümüz olarak her zaman sizi örnek alıyoruz.

uluchanhan@gmail.com

Kaynaklar :

1 ) www.ahmetaytogan.com, 2018
2 ) 60. Yılın Hesabı, 2009
3 ) Gülay Hanhan, özel görüşme
4 ) Ordu tarihinde olaylar ve insanlar, Hikmet Pala, 2015
5 ) www.sinemalar.com/film/3866/gelinler


Bunları da beğenebilirsin