Denizcinin anasayfası

Denizcinin ekmek savaşları

Denizcinin tartışılmaz süper güç - doğayla olan savaşı belki insanlık tarihi kadar eski ve bu durum pek çok açıdan normal ve kabul edilebilir diyebiliriz.

Denizcinin tartışılmaz süper güç – doğayla olan savaşı belki insanlık tarihi kadar eski ve bu durum pek çok açıdan normal ve kabul edilebilir diyebiliriz. Eski denizci büyüklerimizden öğrendiğimiz “ Çabalama kaptan, ben gidemem! , Deniz bitti efendi kaptan! Hüda ve Derya büyük lakin teknemiz küçük! “ sözleri gibi doğayla savaşta kaybetmeye yakın yada kaybetme öncesi söylenmiş meşhur eski denizci sözlerimiz vardır.

Bu doğa-insan çetin savaşları ile ilgili söyleyeceğim tek söz olabilir; uzun ön hazırlık – analiz süreci sonucu krizlere hazır bulunma hali, kısa süren az kayıplı, sorunlu zamanları, kısa yada belki hiç ön hazırlık – analiz süreci olmaması sonucunda krize hazırlıksız olma hali, uzun sorunlu zamanları ve türlü zararlar görmeyi beraberinde getirecektir.

Ama aslen değinmek istediğim konu başka;

1980’ler ve hatta 1990’lar biz denizciler için farklı zamanlardı. Denizcilerin uluslararası gemilere katılış ve ayrılışları neredeyse sadece gemi adamı cüzdanı ile yapılabilir haldeydi, bir çok ülke ülkemizden vize bile sormazdı; ben 1990 yılında İspanya’ya hiç bir vize almadan sanki Antalya’ya uçar gibi gittiğimi gayet net hatırlıyorum. Denizciler ve gemiler ikmal zincirinin daha önemli dişlileri olarak görülür ve daha çok kabul, saygı görürlerdi.

Gemiler limanlarda daha uzun süreler kalır ve denizciler gidilen şehirlerde sahilde daha çok zaman geçirirlerdi. Bu zamanlar denizcilerin uzun seferler sonrası moral olarak normalleşmelerine ve sosyalleşmelerine imkan tanırdı. Açık deniz stajımda USA, New Orleans limanında sorunsuz shore-pass alışlarımız ve akşamları şehre çıkışlarımız, Piccadilly Street de farklı Jazz Cafe’lere gidişlerimiz, raslantısal Mardi Gras festivali zamanına denk gelişimiz ve geleneksel renkli boncukları şehrin güzel kadınlarına atışlarımız. Gecenin sonunda bazen sabaha karşı, yarı telaşla çakır keyif gemiye dönüşlerimiz halen aklımda rahatlıkla canlanıyor. Keşke bu zamanlara daha zevkli ve insani olan denizci hayatına dönebilsek! Ama zamanla dünyada pek çok şey değişti ve şimdilerde dünya artık o kadar da güvenli bir yer değil algısı hakim oldu.

Çeşitli savaşlarda denizciler hep en ön saflarda savaşlardan etkilenen meslek gruplarının içinde oldular. Biraz hafızamızı yoklarsak Osmanlıyı Birinci Dünya Savaşına (1914-1918) sokan vaka; Akdeniz de devriye gezen Goeben ve Breslau Alman zırhlılarının önce itilaf devletlerinin gemilerinden kaçarak İstanbul’a sığınmaları ve sonradan Karadeniz’e Osmanlı donanması ile çıkması ve Rus Odessa ve Sivastopol şehrini 30 Ekim 1914’de bombalaması olaylarıdır. Gerisi savaş yılları içerisinde Osmanlı devleti için çorap söküğü gibi gelmiş ve 600 yılı aşan bir imparatorluk ağır insan ve toprak kayıpları ile tarih sayfasından silinmiştir.

Tüm Birinci Dünya ve takiben Kurtuluş savaş dönemleri boyunca devletin ve özel teşebbüsün elindeki tüm gemiler ve tekneler milli mücadeleye destek vererek her türlü ikmalin yapılması ve cephelere silah taşınması için seferber olmuşlardır. Tüm deniz askerleri-leventler ve tüm gemi adamlarımız, denizcilerimiz vatan savunmasında gönüllü olarak görev almışlardır. Bunların en mühimlerinden biri meşhur İnebolu – Çankırı – Ankara – İç Anadolu arası İstiklal yolunun tüm iç cephelere gereken mühimmat, malzeme ve silah/cephanelerinin lojistik akışının omurgası ve ilk adımı olan İnebolu limanına ulaştırılmasıdır.

Cephelerde ihtiyaç duyulan tüm malzemelerin İstanbul ve farklı yerlerden İnebolu’ya getirilmesi ve İnebolu mavnacılar loncası tarafından sahile çıkarılması ile İnebolu / Anadolu insanının kadın erkek çocuk demeden, kar kış soğuk demeden malzemeleri ihtiyaç olan iç Anadolu bölgelerine ulaştırmaları efsanelere konu olmuştur. Bu vesile ile Kadın İstiklal Savaşı kahramanımız Şerife Bacı’yı saygıyla yad etmeden geçemeyeceğim. Çanakkale deniz ve kara savaşlarında hem Leventlerimiz hem de Mehmetçiklerimiz vatan toprağını ve denizlerimizi kanlarıyla canlarıyla savunmuşlardır. Hepsinin ruhları şad, mekanları cennet olsun!

İkinci Dünya savaşı (1939-1945) denizcilik hikayelerini incelediğinizde Atlantik okyanusunda kıtalar arası savaş ve ikmal, ihtiyaç malzemelerini taşıyan sivil ve askeri gemi konvoylarının Alman U-bot denizaltıları tarafından avlanması ve batırılması ile ilgili sayısı tam belirsiz insan ve gemi kaybından bahsedilir. Bu kayıpların bir kısmı ile ilgili olarak Mumbai, Hindistan’da yer alan Hint Denizci Evindeki anıt mezar 6500 üzerindeki Hintli tüccar denizcinin Atlantik’in soğuk sularındaki ıslak mezarlarını temsilen günümüzde halen ziyaret edilebilir. Neyse ki, henüz yeni kurulan Türkiye Cumhuriyeti devleti İsmet İnönü paşanın uluslararası ilişkilerdeki soğukkanlılığı ve diplomatik esnekliği sayesinde İkinci Dünya Savaşına katılmamış, savaş ortamının beraberinde getirdiği ekonomik darboğaz ikliminden etkilense de hiçbir insanını savaşa kurban vermemiştir.

Hatırladığım sonraları 1980-1988 yılları arasında 1.5 milyondan fazla insanın ölümü ile sonuçlanan Iran – Irak 8 yıl savaşlarına tanık olacaktık. Bu iki ülkede tüm dünya süper güçlerinin iştahını kabartan petrol rezervlerine sahipti ve farklı kutuplar bu savaşın başlamasını ve sürdürülmesini perde arkasından destekliyordu. Her iki tarafta karşı tarafın limanlarına ticari ve askeri ambargo koyup savaş hali gereği bu limanlar ve petrol terminallerinden yük yükleyip boşaltacak gemilere saldırılarda bulunuldu. Ticaret gemilerinin kimisini askeri güçler vurdu, yaktı yada batırdı. Bu esnada sivil deniz ticaretinin masum deniz emekçileri hayatlarını kaybetti.

Bu dönemde savaş Basra Körfezinde yerelde lokalize kaldığından tüm dünyaya çok yayılan bir etkisi olmadı ve küresel etkileri daha sınırlı kaldı. Diğer taraftan 1980’lerde internet ve sosyal medya olmadığından dünya kamuoyunda da pek de ilgi görmedi. Ben bile bu savaşın haberlerini akşam TRT 20.00 ajans haberlerinde bilmem kaç yıldan beri devam eden İran Irak savaşında şu burayı vurdu şu kadar kişi hayatını kaybetti diye günlük rutin ve değersiz bir haber olarak izlediğimi anımsarım.

O zaman Basra Körfezine çalışan D.B Deniz Nakliyatın tankerleri bile birkaç kez askeri saldırıya uğramış hatta pompa dairesine isabet eden bir torpidonun patlamadan gemi yapısına saplandığından, limanda ve alargada vurularak yanarak batan gemilerin varlığından bahseden yaşça büyük denizcilerin hikayeleri dinlemişimdir. Bu hikayeler tabi burada bitmedi; Basra Körfezindeki sular durulmadı ve yıl 1990 Irak lideri bölgedeki tansiyonu arttırarak Kuveyt’e saldırdı ve askeri işgale başladı.

Kuveyt işgaline karşı çıkan başta ABD, İngiltere ve Fransa ile 37 ülkenin dahil olduğu güçler tekrar I. ve II. Körfez savaşlarında Irağa karşı saldırıda bulundu. İnsan hakları, ülkeler hukuku, BM sözleşmeleri ve yaşam hakkına dair pek çok kural ve uygulama yine savaş süreçlerinde göz ardı edilecek ve yine yüzbinlerce insan ölecekti. Bu acılı ve uzun süreçler, Kızıldeniz ve Körfez deniz bölgesinde deniz ticaretinde uzun süreli kararsızlık ve dengesizlikler tüm denizcileri ve deniz ticaretini etkileyen bir sürü kısıtlamayı ve zorluğu uzun yıllar beraberinde getirmiştir.

Tarihler 11 Eylül 2001’i gösterdiğinde radikal terör örgütleri hem tüm dünyada güvenliği ve emniyette olma duygusunu derinden sarsacak ikiz kuleler terör eylemlerini gerçekleştirecekti. Bu küresel emniyet kaygısı zamanla ülke sınırlarına, eyalet ve il sınırlarına ve nihayetinde liman/terminal sınırlarına özel güvenlik kurallarının getirilmesine sebep oldu. Ardından 1 Temmuz 2004 yılında yürürlüğe giren ISPS Code tüm gücüyle denizcileri ve deniz yoluyla gelen gemileri sakıncalı ve şüpheli olarak görmeye başladı. Denizciler yine kendileri dışında gelişen tarih değiştiren olayların faturasını ödemek zorunda kalacaklardı. Her liman ve terminal giriş-çıkışlarında potansiyel şüpheli görülerek tepeden tırnağa aranmak, sürekli güvenlik sorgulamaları, gemi bomba aramaları, sürekli tekrarlayan ISPS talimleri, değişiklik ve güncellemelerle revize olan ISPS manuelleri, her denette güvenliğe ilişkin bitmeyen sorular, sorular…

Elbette bitmeyecekti, nitekim 2020 yılı Küresel Covid-19 salgını ve günümüzde farklı varyantları ile her kıtada halen sürmektedir. Denizciler yine potansiyel bulaş kaynağı, şüpheli hastalık dağıtıcı olarak görülecek, sınır kapılarında ellerinde bavulları uzun saatler sıralarda bekletilecekti. İstekleri ve beklentileri dikkate alınmayacak mecburi olarak Covid-19 aşılarını ilk deneyenlerden olacaklar ve geçtikleri her kapı ve istasyonda kan ve sürüntü PCR testlerine tabi tutulacaklardı.

Daha üzücü olan açık denizde yaşayacakları Covid-19 enfeksiyonlarında hastane klinik tedavilerine ve ilaç-tedavi protokollerine ulaşma imkanları olmayacak, şans eseri kısa sürede bulundukları demir ve liman bölgelerinde ise karaya çıkmalarını engellemek üzere sayısız prosedür, uzun karantina periyotları ve bariyerle engellenmeye çalışılacaklardı.

Bu durumu fırsata çevirmeye çalışan pek çok ülke son derece yüksek fahiş fiyatlarla acentelik ücretleri talep edecek ve denizcilik şirketlerine kabartılmış faturalar ileterek denizcilerin sağlık hizmetlerine ulaşmasını bir şekilde zorlaştırmış olacaklardı. Oysaki, tüm dünya denizcileri herkes evlerine kapanırken yedi deniz ve okyanuslarda dünya denizlerinde kargoların ve ürünlerin kesintisiz dolaşımını sağlamakta kilit rol oynadılar ama kaderleri değişmedi yine pek çok sınırlayıcı prosedür ile cezalandırıldılar.

Şimdilerde ve halen Karadeniz’de süregelen savaş ikliminin başında Rusya, 24 Şubat 2022’de Ukrayna’ya saldırdı. Elbette öncesinde Kırım bölgesinin ve kritik limanların ilhakı ve ele geçirilmesi süreci bölgedeki ateşin ilk tutuşturucusu olmuştu. Savaş süresince Rusya, Ukrayna ve yakınındaki limanlarda yapılan tüm ticareti ve deniz seferlerini bloke edecek ve önleyici çeşitli yaptırımlarda bulunacaklardı. Kimi gemilere silahlı saldırılarda bulunulacak kimileri de bölgede serbest bırakılan savaş mayınlarına çarparak ya batacak ya da ağır hasar alacaklardı. Denizciler yine kaygı ve korku ikliminin hakim olduğu denizlere seferler yapmak zorunda kalacaklardı. Masum denizcilerin kaderi yine savaş ve kararsızlık yaratan taraflar ile zora sokulacaktı.

Henüz yakınlarda 7 Ekim 2023’de Filistin destekçisi bir terör örgütü İsrail’e karşı saldırıda bulundu. Ebetteki bu eylem sadece tetikleyiciydi ve böyle yıkıcı saldırılar asla karşılıksız kalmazdı. İsrail’in Gazze saldırısı gecikmedi ve halen acı verici ve yıkıcı saldırılar süregelmektedir. Her durumda insanlık suçları işlenmekte ve yaşam hakkına kimse saygı göstermemektedir. Yine kural değişmedi ve fatura bölgede sefer yapan gemilerde deniz emekçisi denizcilere de çıktı. Şu anda gemisi ile Kızıldeniz’den ve Bab-el Mandeb boğazından geçen bir denizciye neler hissettiğini bir sorun bakalım size neler söyleyecek? Tek kelime ile zihni karmakarışık düşüncelerle dolu olacaktır. Daha birkaç ay önce sakin ve sorunsuz geçtiği bir deniz alanında, bölgenin hem kuzeyinde hem de en güneyinde aniden kararsızlaşan güvenliğin birdenbire nasıl da değiştiğini anlamakta zorlanacaktır. Dahası bu savaşlar asimetriktir! Tam olarak kim kimle savaşmaktadır, kim kimi desteklemektedir? Hangi gruplar neden saf değiştirirler ve dostken aniden düşman veya tam tersi olurlar anlamak mümkün bile değildir? 10.000’lerce km ötelerden hangi vesayet savaşları hangi üçüncü taraflarla tam olarak neyi hedeflemektedir? Benim gemimin ve personelimin masum olarak işlerini yapması neden ölmelerini gerektirebilir? Gibi pek çok sorular kafalarda döner durur. Biraz da mevzuat;

Rahat deri koltuklarda oturan tüm mühim ülkelerin mühim adamları bilirler; BM 1982 UNCLOS Madde 17,18,19 denizlerde zararsız serbest geçiş ilkesini ( Sui Generis ) belirlerken denizlerde masum geçiş ilkesini nirengi alır. Kısacası, Kıyı devletinin ve karasularını kullandığınız devletlerin müşterek alanlarıda dahil olmak üzere her hangi bir devlete, devlete ait varlıklara ve halklarına, insanına zarar vermeden masumca yapılacak bir seyr-ü sefer tamamıyla özgür ve serbesttir. Peki Yemen’de faaliyet gösteren Husilerin ( Ensarullah örgütü ) sanırım bu BM kararlarından ve masum geçiş ilkesinden haberi yok olacak ki, bölgeden geçen sayısız gemiye roket atarlar, drone ile yapılan ağır saldırılar ve ağır silahlarla saldırılarda bulunuyorlar. Gemileri kaçırıyorlar ve insanları yaşamlarından alıkoyuyorlar.

Tüm bu denizcinin başına gelen haksız kötü muameleden ve olaylardan sonra halen soruyoruz neden halen denizcilik çok tercih edilen parlak bir kariyer seçimi değil acaba? Neden tüm eğitimli genç denizciler kısa süre deniz hizmeti yapıp kara görevlerine kaçmak istiyorlar? Denizcilere çok yatırım yapılıyor, yetişmelerine uzun emekler harcanıyor vs. vs. Aman efendim daha fazla denizde kalmaları gerekiyor diye denizcilik şirketlerindeki rahat koltuklarından talkım veren Boomerlar’a da seslenmek isterim. Dünya artık yazımın başındaki 1980’ler ve 1990’lar gibi değil. Şimdiyi de yakın geleceği de doğru okumalı, algılamalı ve gerçekçi çözümler üretmeliyiz. Denizleri daha güvenli ve emniyetli bir hale nasıl getirebiliriz ve denizcilerin mahrumiyetlerini azaltmak üzere biz içerden dışarı, tümevarımsal olarak neler yapabilirizi gerçek manada düşünmeliyiz!

Yazımın sonuna gelirken aklımda beliren melodi Beethowen 9. Senfonisi – ODE TO JOY ( NEŞEYE ÖVGÜ ) tekrar tekrar aklımın içinde çalıyor…

Kardeş olun ey insanlar, Bunu ister tanrımız!
Bu dünyada herşey geçer, Yalnız sana dost kalır.
İnsanlığa doğruluğa, Göğsünü aç korkma sakın.
Hür doğmuştur insanoğlu, Hür yaşamak hakkıdır.


Bunları da beğenebilirsin