Denizcinin anasayfası

Kapt. Cahit İstikbal’in kitabında Doğu Akdeniz ve Mavi Vatan

Cahit İstikbal Ağabeyin ilk baskısı 2020 yılında yapılan “ Enerji Kaynakları ve Deniz Yetki Alanları Bakımından DOĞU AKDENİZ SORUNU “ isimli değerli eserini geçtiğimiz günlerde okuma imkanı buldum.

Kitabın detaylı bir analizine girmeden önce belirtmek isterim ki bu çok değerli çalışma sayesinde özellikle son on senede dünya ve Türkiye gündeminin ilk sırasında yer alan ve ülkemiz için son derece hayati olan bir konuda bazen anlamını tam olarak kavrayamadığım parametreler ,hukuki tanımlar ile beraber  sorunun bizim ve karşı tarafın tezleriyle beraber özünü ,çözüme ulaşılmasında ivedilikle ele alınması gereken sorunların mihenk noktalarının neler olduğunu öğrenme imkanı buldum.

Kitabın benim okuduğum ikinci baskısı Seçkin Yayıncılık’tan çıkmış olup www.seckin.com.tr adresinden kitabı edinmek mümkündür.

Aslında Cahit Ağabey kitabı öyle bir yöntemle yazmış ki konunun bazen anlaşılması zor parametrelerini ve detaylarını size tüm açıklığıyla anlattıktan sonra sizi çözüm hakkında yorum yapabilecek ,fikir beyan edebilecek bir noktaya taşıyor. Bu bakımdan kendi bakış açısını tek taraflı olarak okuyucuya empoze etmeye çalışan bir çalışma olmadığı gibi bilakis konuyu tüm perspektifleriyle okura adım adım izah eden ve çözümü okuyucunun bizzat kendisinin bulmasını teşvik eden bir eser.

Zaten Cahit Ağabey de kitabın önsözünde bunu açıkça en baştan belirtiyor :

“…..Bu kitap ,hukuk lisans eğitimi aldığım dönemde yaptığım yüksek lisans çalışması esnasında yüksek lisans tezi olarak ortaya çıkmıştır. Kitabın yazılmasında göz önünde duyulan temel ölçütün fikir belirtmekten çok fikir üretilmesine yarayacak altyapıyı okura sunmak ana hedef olmuştur. Nasıl ki bilge Sokrates bilgilerini doğrudan sunmak yerine muhataplarına sorular sorarak onları bilgiyle buluşturuyor idiyse bu kitapta da altyapı bilgileri sunularak okurun güncel sorunlarla ilgili  kendi fikrini oluşturabilmesi amaç olmuştur…..Syf.7 Önsöz

Kitabın başlangıç bölümünde dünya ve ülkemiz açısından enerji ihtiyacının oldukça kapsamlı bir analizi yapılıyor. Bu bölümde verilen önemli bilgilere özet halinde göz atalım :

Dünya Genelinde Fosil Enerji Bağımlılığı ve Petrol, Doğal Gaz Rezervleri :

2020 ABD Ulusal Enerji Ajansı ( UEA ) bilgilerine göre dünyanın kanıtlanmış olan petrol rezervleri 1779,7 milyar varil olarak tespit edilmiştir. Petrol rezervinin %47.6’sı Orta Doğu ülkelerinde ,% 19.5’u Güney ve Orta Amerika ülkelerinde , % 13.3’ü Kuzey Amerika ülkelerinde bulunmaktadır.

Dünya üzerinde son yüzyılda yaşanmış ve bu yüzyılda da hız kesmeden devam eden sıcak savaşlar , güç savaşları ve bölgesel istikrarsızlıkların şifrelerini bu güç  kaynaklarına sahip olmak ya da kontrol etmek isteyen  ülkelerin ,güç odaklarının çekişmelerinde ve rekabetlerinde aramak çok yanlış olmayacaktır. Osmanlı İmparatorluğu döneminde elimizde olan petrol rezervleri bakımından çok önemli bölgeler 1.Dünya Savaşı sonunda elimizden çıkmıştır. Günümüzde petrol rezervlerinin tahmini 50-60 yıllık ömrü kalmıştır ve özellikle enerji bağımlılığı yüksek sanayileşmiş ülkeler şimdiden alternatif enerji kaynaklarını çeşitlendirmeye ve fosil yakıt enerji kaynakları yerine bunların kullanımını teşvik etmeye başlamışlardır.

Şekil-1 2020 Yılı Verilerine Göre Petrol Rezervlerinin Ülkeler Bazında Dağılımı

 Bu gelişmeler göz önüne alındığında petrol ve doğal gaz rezervleri tükenene kadar bu kaynaklara bağımlı olacağımızı düşünmek pek doğru bir çıkarım olmayacaktır.    Bir zamanların Saudi Arabistan Petrol Bakanı Zeki Yamani’nin de belirtmiş olduğu gibi : “ ….taş devri taşlar bittiği için bitmedi,aynı şekilde petrol devri de petrol bittiği için son bulmayacaktır….Syf.30

Sanayileşmiş ülkeler arasında özellikle Avrupa Birliği ülkeleri ,Çin ve Japonya fosil enerji kaynakları açısından büyük ölçüde dışa bağımlıdırlar.

Diğer önemli bir fosil enerji kaynağı doğal gaz ise üretimde payı %24 olan ve kullanımı gitgide daha çok yaygınlaşan nispeten çevre için daha az zararlı bir üründür.

“..…Dünya doğal gaz rezervlerinin dağılımı şu şekildedir : Orta Doğu’da %42.9’u ,  Avrasya’da  % 28,7’si, Asya Pasıfık’te% 8.4’ü , Afrika’da % 7.5’u ,Kuzey Amerika’da %6,9’u, Orta ve Güney Amerika’da %4.1’i ve Avrupa’da %1.5’u bulunmaktadır. OECD ülkelerinin doğal gaz rezervi ise 19,6 trilyon metreküp olup toplam rezervin  % 0,5’ ini oluşturmaktadır.

Gaz ihracatında Rusya Federasyonu dünyada ilk sırada bulunurken, İran gaz rezervleri bakımından dünyada ilk sıralarda yer almakla birlikte uygulanan ambargolar nedeniyle sınırlı ihracat kapasitesine sahiptir……Syf.32 ”

Şekil-2  2018 UEA Verilerine Göre Dünya Doğal Gaz Rezervleri

Global Enerji Politikalarına Kısa Bir Bakış :

Dünya Bankası’na göre global enerji politikalarının temeli olan enerji güvenliği üç temel unsura dayanmaktadır :

  • Enerji verimliliği
  • Arzın çeşitlendirilmesi
  • Fiyat oynaklıklarının en aza indirilmesi

Fosil enerji kaynaklarının 50-60 senelik bir ömrünün kalmış olması sadece bu kaynaklar açısından fakir sayılabilecek Avrupa ,Çin  ,Japonya ,Hindistan gibi ülkelerde değil ,bu kaynaklara  kısmen sahip olan ülkelerde bile yenilenebilir ve alternatif enerji kaynaklarına olan yönelimi arttırmıştır. Fosil kökenli enerji kullanımının karbon salınımı gibi olumsuz etkileriyle global bir iklim krizini tetiklemiş olması bu alternatif enerji arayışlarına ivme kazandıran diğer çok önemli bir faktördür.

Aşağıdaki grafik dünya genelinde çeşitli enerji kaynaklarının kullanım yüzdelerini göstermektedir :

Şekil-3  2018 Verilerine Göre Enerji Türlerinin Kullanım Yüzdeleri

“……Devletler enerji politikalarını belirlerken enerji kaynak potansiyellerini sağlıklı bir şekilde ve  bilimsel tabanlı olarak bilmelidirler….. İthalata bağımlı bir devlet açısından enerji kaynaklarını çeşitlendirmek önem arz eder…….Dünya enerji  politikalarını ekonomik büyüme, nüfus artışı, teknolojik gelişmeler ve çevresel etkenler olmak üzere dört ana başlık belirlemektedir. Uluslararası Enerji Ajansının öngörüleri, 2050 yılına kadar OECD ülkelerinin enerji tüketiminde hâlihazırdaki yüzde ellilik payının yüzde otuzlara kadar düşeceği, Rusya, Hindistan, Çin, Endonezya, Güney Afrika, Brezilya’nın payının ise artacağı yönündedir. Çin ve Hindistan büyüme motoru olarak görülürken, Afrika’nın 2030-2050 yılları arasında kalkınmada ciddi bir atak göstermesi beklenmektedir.  2050 yılına kadar gelecek otuz yıl için enerji kullanımı artışının doğu ve güney yönlü olacağı, küresel gayri safi hasılanın dört kat artacağı ve enerji ihtiyacının da katlanarak artacağı öngörülmektedir.

Artan enerji ihtiyacını karşılayacak arz politikalarını küresel enerji politikalarını etkileyerek şekillendirecektir. Ekonomi kadar önemli olan diğer faktör de nüfus artışıdır. Yedi milyar olan dünya nüfusunun 2020 yılında dokuz milyarı geçmesi, bu artışın en yoğun gerçekleşeceği bölgelerin ise Güney Asya, Orta Doğu ve Afrika olması beklenmektedir. Bu bölgeler hali hazırda enerji hizmetlerine erişim bakımından yoksun bölgelerdir. Artan bu nüfusun hayat standartlarının da artması ve enerjiyi daha fazla kullanması beklenmektedir.…Syf. 52-53 “

ABD’nin  Enerji Stratejileri ve Politikaları  :

ABD dünya enerji kaynaklarının kontrolünde rol oynayan en önemli ülkedir demek yanlış bir önerme olmaz.

“….Ağırlıklı ve düşük çıkarma maliyetli dünya petrol ve gaz rezervlerinin bulunduğu coğrafya Orta Doğudur. Kanıtlanmış petrol rezervlerinin yaklaşık % 50’ye yakın kısmı ,aynı şekilde doğal gaz rezervlerinin %40’lık kısmı bu bölgede bulunmaktadır….Ulusal Güvenlik Stratejisi kapsamında “Enerji Egemen Devlet” olma amacı 2017 yılında açıklanmıştır. Böylelikle küresel enerji ekonomik ve siyasi düzenlerinde etkili olmak üzere projeler yapılmıştır yapılmaktadır. Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) bunlardan bir tanesidir. 2002 yılında Bush yönetimi tarafından başlatılan bir öncelik olan Büyük Ortadoğu Projesi’nin temel amaçlarından birisi de bu bölgede yer alan enerji kaynaklarını kontrol etmek ve bu kaynakların Batı’ya transfer yollarının emniyet altına alınması olmuştur. Soğuk Savaş bittikten sonra tüm büyük devletlerin ama özellikle de ABD’nin dış politikasında, “Enerji kaynaklarının kontrolü demek tüm dünyanın kontrolü demektir” şeklinde özetlenebilecek yeni bir stratejik anlayış ortaya çıkmıştır. Orta Asya, Kafkasya ve Doğu Akdeniz bölgesindeki ülkelerin enerji politikalarının Amerikan enerji stratejinde yansımaları olmaktadır ve bu olmaya devam edecek görüntüsü oldukça hâkimdir. Doğu Akdeniz’de son on yılda keşfedilen doğal gaz ve petrol rezervlerinde de ABD bölge devletleri üzerinde kimi destekçi kimi zamanda bölgede güvenlik ve istikrarın sağlanması anlamında hareket ederek hâkim güç olma çabaları yürütmektedir. Özellikle Mısır ve İsrail’e verdiği destek bunun açık örneğini oluşturmaktadır……Syf.56-57 “

Rusya Federasyonu’nun   Enerji Stratejileri ve Politikaları  :

Rusya Federasyonu ekonomisinin temeli enerji üzerine kurulmuştur. Petrol ve doğal gaz üretim ve ihracatında dünyada ilk sıralarda yer alan RF, ekonomisini bu doğal kaynaklar ile sürdürülebilir kılmaktadır. İhracat kaleminde  %70 oranında fosil kaynaklar yer alırken %10 kadarını metaller oluşturmaktadır. Petrol ve doğal gazdan gelen gelir imalat ve hizmet sektörü için finans kaynağı olmakta, alt yapı yatırımları ve diğer askeri/sosyal projeler için kaynak oluşturmaktadır….

—–Rusya, dünya genelinde doğal gaz rezervlerinin yaklaşık %17,3’üne, petrol rezervlerinin de %6,4”üne sahiptir. Dünyanın en büyük gaz ihracat potansiyeline sahiptir, sıvı yakıt üretiminde ABD ve Suudi Arabistan’dan sonra gelmektedir.      Dünya yüzeyindeki ispatlanmış kömür yataklarının da %14,1’i Rusya toprakları içinde yer almaktadır. Rusya Federasyonu’nun bulunduğu geniş coğrafya, soğuk iklim koşulları, zayıf ekonomik yapı, enerji sektöründe mevcut yapı ülkenin geleceğini de etkilemektedir. Enerji tüketiminde, Çin ve ABD ardından gelen bir ülkedir.   tüketiminde birinci sırada doğal gaz bulunurken, bunu petrol, kömür, nükleer, hidroelektrik izlemektedir……Syf.57-58 “

Başta Almanya olmak üzere sanayileşmiş Avrupa ülkeleri sanayileri için gerekli enerji ihtiyacının önemli bölümünü Rusya’dan boru hatlarıyla ithal ettikleri doğal gaz ile karşılamaktadırlar. Enerji bağımlılığı özellikle bu noktada  Rusya ‘nın elini güçlendirmekte , siyasi ilişkilerde sıklıkla kullandığı bir manivela olmaktadır.

Avrupa Birliği’nin  Enerji Stratejileri ve Politikaları  : 

Yukarıda da belirttiğimiz gibi Avrupa Birliği fosil enerji kaynakları bakımından oldukça kısıtlı imkanlara sahiptir. Avrupa Birliği’ni meydana getiren ülkeler sanayisi güçlü ve bu yüzden istikrarlı bir enerji arzına her zaman ihtiyaç duyan bir konumdadırlar.

“.….Kendi sınırları içerisinde mevcut kaynaklarıyla toplam enerji tüketiminin yarısını karşılayabilen Avrupa Birliği (AB), petrol tüketiminin üçte ikisinden fazlasını, doğal gaz tüketiminin yarısını ve katı yakıt tüketiminin yarıya yakın kısmını dış kaynaklardan sağlamaktadır. AB’nin ithal bağımlılığının 2030 yılında yüzde yetmişlere varacağı öngörülmektedir. Ağırlıklı olarak ulaşım, petrokimya, endüstri ve mesken tipi tüketimde kullanılan petrolün ancak yüzde beşini kendi üretebilmektedir.

Petrol ithal ettiği bölgeler sırasıyla Rusya, Orta Doğu, Norveç ve Kuzey Afrika’dır. Özellikle Norveç ve Rusya’ya bağımlılığım azaltmak için Orta Doğu petrollerinin AB için önemi yadsınamaz boyutta olmakla birlikte, bölgedeki istikrarsızlık nedeniyle bu bölgeye yönelik enerji politikasını çok yavaş şekillendirmektedir. Dünya enerji piyasasında AB’nin önemli bir payı vardır, enerji ithalatında birinci sırada enerji tüketiminde ikinci sırada bulunmaktadır. Yukarıda da işaret edildiği gibi, AB, birincil enerji tüketiminin ancak yarısını kendi coğrafyasından temin edebilmektedir. Kalan yarısını da yabancı kaynaklardan sağlamaktadır…..Syf.60 “

Avrupa Birliği özellikle Rusya ve Norveç’e olan bu enerji bağımlılığını dengeleyebilmek amacı ile son 10 senede Doğu Akdeniz Havzasında keşfi yapılan doğal gaz ve petrol yataklarıyla yakından ilgilenmekte , stratejiler oluşturmakta ,kontrolünde olan büyük petrol şirketleri aracılığıyla bu kaynakların çıkartılması amacıyla  bölge ülkeleriyle ilişkilerini geliştirmekte ,imtiyaz anlaşmaları yapmaktadır.

Türkiye’nin  Enerji Stratejileri ve Politikaları  : 

“.…..Türkiye’nin birincil enerji üretimi, sırasıyla doğal gaz, petrol, taşkömürü, güneş, linyit jeotermal ve rüzgâr enerjisi şeklindedir. Enerji tüketiminde ağırlıklı olarak fosil kaynaklar kullanılmakla birlikte tüketilen enerjinin75’i ithalatla karşılanmaktadır… Türkiye’de mevcul petrol ve doğal gaz üretim rezervleri tüketim değerinin oldukça altındadır, Türkiye’nin petrolde ithalata bağımlılık oranı % 93,6 iken, doğal gazda ithalata bağımlılık oranı % 99,2’dir. Hidroelektrik potansiyeli tartışmalıdır. Özellikle çok sayıda Karadeniz Bölgesinde yapılan hidroelektrik santrallerinin su kaynaklarına ve ekosisteme verdiği zarar yanında, geliri masraflarını karşılamayan bir görüntü vermektedir. Avrupa ülkeleri arasında rüzgâr enerjisi potansiyeli bakımından zengin ülkeler içerisinde sayılmaktadır. İlk yatırım maliyetlerinin yüksek olması nedeniyle Marmara ve Ege Bölgesinin belli bölgeleri dışında bu enerjiye yatırım yapılmamıştır. Güneş enerjisinin kullanımı ise sıcak su temini boyutunu geçmemiştir. Su ısıtmak amacıyla güneş enerjisinin kullanımının sağlandığı kolektör üretiminde dünyada üçüncü, kullanımında dördüncü büyük pazar durumundadır. Coğrafi olarak tektonik bir bölgede olmasında dolayı jeotermal enerji kaynakları bakımından dünyada yedinci büyük jeotermal enerji potansiyeline sahiptir. Çoğunluğu Batı Anadolu’da bulunan 190 kadar jeotermal saha keşfedilmiştir. Rezerv hesapları ve deşarjda hem kaynağı koruyacak hem de çevreci olacak mühendislik çalışmalarının yetersizliği bu alana yönelen girişimcileri düşündürmektedir…..Syf.64 “

“……Türkiye Akdenize kıyısı olan bir ülke olması dışında enerji nakil. hatlarının geçtiği bir coğrafyaya sahip jeopolitik konumu Türkiye’yi enerji sektöründe öne çıkarmaktadır. Aşağıdaki Şekil- 4‘te de görüldüğü gibi, Türkiye toprakları üzerinden geçen petrol boru hatları şunlardır:

  • Irak -Türkiye ham petrol Boru Hattı (70.9 Milyon ton/yıl)
  • Bakü-Tiflis-Ceyhan Ana İhraç Ham Petrol Boru Hattı ( 70 Milyon/ton/yıl )

Türkiye toprakları üzerinden geçen doğal gaz boru hatları aşağıdadır. 

  • Rusya-Türkiye Doğal Gaz Boru Hattı ( Batı Hattı ) ( 14 Milyar m3/yıl )
  • Mavi Akım Gaz Boru Hattı ( 16 Milyar m3/yıl )
  • Doğu Anadolu Doğal Gaz Ana İletim Hattı ( İran-Türkiye ) ( 35 Milyar m3/yıl )
  • Bakü-Tiflis —Erzurum Doğal Gaz Boru Hattı ( 20 Milyar m3/yıl )
  • Türkiye-Yunanistan Doğal Gaz Enterkonneksiyonu ( 7 Milyar m3/yıl )
  • Trans Anadolu Doğal Gaz Boru hattı projesi ( 16 Milyar m3 /yıl )
  • Türk Akım Gaz Boru hattı Projesi ( 31,5 Milyar m3/yıl )

Şekil- 4  Türkiye’nin Üzerinden Geçen Doğal Gaz ve Petrol Boru Hatları

Doğu Akdeniz  Enerji Kaynakları ve Bölgedeki Enerji Rekabeti :

Doğu Akdeniz havzasında on yıl kadar önce bulunan doğal gaz ve petrol rezervleri global olarak enerji rekabetine yeni boyutlar getirmiş olsa da özellikle kıta sahanlıkları , karasuları hususlarında özellikle Türkiye-Yunanistan-Kıbrıs üçgeninde süregelmekte olan anlaşmazlıklar, adaletli bir paylaşımın önünü tıkamanın yanı sıra bölgedeki gerilimi de zaman zaman en uç noktalara taşımaktadır.

“.….Dünya yüzeyinde keşfedilmiş ve kullanılan petrol ve doğal gaz kaynaklarının %60’tan fazla bir kısmı günümüzden 200 milyon yıl öncesinde Doğu Akdeniz içerisinde yer alan Pangaean’ın parçalanmasının ardından kapanan Tethys Okyanusunun kalıntısı niteliğinde olan güney ve kuzey kanatlarının içinde yer almaktadır.. Bu bölgenin güney kısmında Cezayir, Libya ve Mısır, doğuda ise Suriye, Türkiye, Irak, İran, Suudi Arabistan ve Basra körfezi ülkeleri yer alırken, kuzey kısmında Azerbaycan, Türkmenistan, Kazakistan ve Rusya Federasyonu yer almaktadır.

Bu iki bölge arasında yer alan Tethys okyanusunun kalıntısı niteliğinde olan Alp-Himalayan Orojenez bölgesinin bir parçası olan Doğu Akdeniz’de petrol ve gaz rezervlerinin olması şaşırtıcı değildir. 1968 yılında Nil Deltasında ilk arama çalışmaları başlamıştır. Amerikan Jeolojik Araştırmalar Enstitüsünün 2010 yılında rapor ettiği verilere göre Doğu Akdeniz’de henüz keşfedilmemiş olan 181 milyon ton petrol, 3,5 trilyon metreküp doğal gaz ve 70,2 milyon ton sıvı doğal gaz (LNG) rezervi bulunmaktadır. Bu bölge içinde GKRY’ne ait olan Afrodit sahası 2011 yılında keşfedilmiştir ve 198,2 milyar metreküp rezerv tahmin edilen sahada 2017yılında üretime başlanmıştır. İsrail’in Doğu Akdeniz’de dokuz keşfedilmiş sahası bulunmaktadır. Bunlardan rezervi en zengin olan 2009 yılında keşfi yapılan 280 milyar metreküp rezerv olduğu tahmin edilen Tamar sahasıdır ki 2013 yılında bu sahada üretime başlanmıştır. Bunu 2010 yılında keşfi yapılan 509,7 milyar metreküp rezervle 2019 yılında üretime başlamış olan Leviathan sahası izlemektedir. Mısırın Zohr sahası 2015 yılında keşfedilmiştir 850 milyar metreküp bir rezerv tahmin edilmektedir, 2017 yılında üretime başlanmıştır. Filistin’in 2000 yılında keşfi yapılan 2017 yılında üretime başlanan  Gazze Marin sahasında 28,3 milyar metreküp rezerv tahmin edilmektedir…..Syf.71 ”

Şekil- 5 Doğu Akdeniz Enerji Havzaları

Doğu Akdeniz’le ilgili olarak süregelen anlaşmazlıklar belirttiğimiz gibi özellikle Kıbrıs adasındaki iki ayrı devletten Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti (KKTC ) ’ nin Avrupa Birliği başta olmak üzere dünya ülkelerinin büyük çoğunluğu tarafından tanınmaması ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimi (GKRY)’nin siyaseten tüm adanın temsilcisi  olarak görülmesi ,buna ilaveten Türkiye ve Yunanistan arasında yıllardır devam eden kıta sahanlığı ,karasuları  konularındaki anlaşmazlıklar  ve tezler Doğu Akdeniz enerji havzalarındaki yetki alanlarını tartışmalı hale getirmektedir.

Bu konulardaki anlaşmazlıklara örnekler üzerinden anlatmadan önce karasuları ,kıta sahanlığı , münhasır ekonomik bölge ( MEB ) gibi kavramların ne anlama geldiklerine göz atmak faydalı olacaktır.

Deniz Yetki Alanları :

Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesine ( BMDHS ) göre Kıyı Devletinin deniz yetki alanları her biri farklı hukuki statüye sahip.,sırasıyla İç Sular ,Karasuları , Bitişik Bölge , Münhasır Ekonomik Bölge ( MEB ) ,Kıta Sahanlığı ve Açık Denizler olarak adlandırılan altı ana bölgeye ayrılır.

Esas Hat Kavramı ( Baseline ) :

Birleşmiş Milletler Deniz Hukuku Sözleşmesine ( BMDHS ) göre devletin deniz ülkesinin tanımlanması ve sınırların belirlenmesinde  en önemli referans esas hat olarak adlandırılan kıyı çizgisidir.

Sınırları belirleyecek olan genişliklerin ölçümü bu hat başlangıç çizgisi olarak kabul edilerek çizilir ve belirlenir. Bölgedeki sahil yapısına bağlı olarak farklı biçimlerde olabilir.

  • Normal Esas Hat :  Ada kıyıları da dahil olmak üzere sahil boyunca en düşük  su hatına karşılık gelen hattır.
  • Düz Esas Hat : Aynı düşük su seviyesinde oluşan hatları veya aynı noktaları birleştiren çizgiler sistemidir. Örneğin Norveç gibi kıyıları çok girintili ,çıkıntılı olan veya kıyı boyunca ada ve kayalıkların çok fazla olduğu yerlerde kullanılır.

İç Sular ( İnternal Waters )  :

Esas hattın kara tarafında kalan sular uluslararası hukuka göre iç  sular olarak kabul edilir. İç sular Kıyı Devletinin ayrılmaz deniz parçası olarak kabul edilir ve ilgili ülkenin  egemenliğinin bir parçasıdır. İç sular ve limanlarda kıyı devletinin yasama ,yargı ve yürütme yetkileri tam olarak geçerlidir.

Daimi liman tesisleri kıyının bir parçası sayılır ve  bu tesislerden en açıkta olanlarının kara tarafında kalan sular ve dış limanlar iç sulara dahil olarak kabul edilir.    

Karasuları ( Territorial  Waters )  :

Karasuları bir Kıyı Devletinin esas hatlardan başlamak üzere 12 deniz mili sınırına kadar olan bölgeyi tanımlar..BMDHS’nin 3 .maddesi “ Her devletin karasularının genişliğini bu sözleşmeye göre belirlenen taban hatlarından ölçülen 12 deniz milini aşmayan bir sınıra kadar kurma hakkı vardır” demektedir.

“……Bu bölge içinde Kıyı Devleti deniz üzerindeki hava sahası , deniz yatağı ve toprak altı üzerinde tam egemenlik hakkına sahiptir. Zararsız hava sahası geçiş hakkı olmamasına  rağmen ,  tüm devletlerin başka bir devletin karasuları boyunca “Zararsız Geçiş” hakkı vardır. Karasuları üzerinde Kıyı Devletinin tam egemenliğinin tek istisnası budur ve karasuları ve iç sular geçiş rejimleri arasında tek fark da budur. Zararsız geçiş Kıyı Devletinin güvenliğine zarar vermeyecek şekilde karasularında gemilerin seyrüseferi anlamına gelmektedir. Zararsız geçiş ,  Kıyı Devletinin karasuları üzerindeki yargı yetkisine iki önemli sınır getirmektedir.

1. Zararsız geçiş hakkını engellememe, reddetmeme veya bozmama yükümlülüğü ; ve

2. Kirlilik kasıtlı ve ciddi olmadığı sürece gemi kaynaklı kirlilik durumunda bile zararsız geçişe imkan verilmesi……Syf.118

Bitişik Bölge ( Contiguous Zone ) :

“……Bitişik Bölge 29 Nisan 1958’de Cenevre’de kabul edilen  “ Karasuları ve Bitişik Bölge Sözleşmesi” nde ilk kez uluslararası bir hukuk rejimi olarak kayda geçmiştir. Sözleşme’nin 24.maddesi ile açık denizin karasularına bitişik bir bölgesinde Kıyı Devletine gümrük , maliye, muhaceret  veya sağlık ile ilgili düzenlemelerinin ülkesinde veya karasuları içinde  ihlalini önlemek  ve cezalandırmak için kontrol yetkisi verilmiştir. Aynı maddenin 2.Fıkrası ile de Bitişik Bölge’nin , karasuları genişliğinin ölçülmeye başlandığı esas hattan itibaren 12 mili geçemeyeceğini karara bağlamıştır.

BMDHS Sözleşmesi 33.Maddesinde ise Bitişik Bölge’nin  Kıyı Devleti tarafından kontrol amaçlı kullanılabileceği ve karasularının başladığı esas hatlardan 24 mile kadar çıkabileceği öngörülmüştür. Dolayısıyla BMDHS ile Cenevre’ye göre Bitişik Bölge’nin azami genişliği iki katına çıkarılırken kanuni amaçlı kullanım gerekçeleri ise aynı kalmıştır…..Syf.120 “

Kıta Sahanlığı ( Continental Shelf )  :

Kıta sahanlığı ,bir ülkeyi oluşturan kara parçasının deniz altındaki uzantısı  anlamına gelmektedir ve okyanus derinliğine ulaşılan kıtasal yamaç sınırına kadar devam eder.                                                                                        

Kıta sahanlığınsa su derinliği genelde 100-200 metre arasındadır. Yerbilimi açısından Kıta sahanlığının tanımı  , yerbilimi ve uluslararası hukuk açısından tamamen aynı değildir. Kıta sahanlığının coğrafi sınırları ile uluslararası hukuktaki sınırları arasında tanım farkı , önceden pek mevcut değil iken uluslararası yargı içtihatları zaman içerisinde böyle bir farkın doğmasına yol açmıştır. Bakıldığında görülecektir ki bazı ülkeler çok dar kıta sahanlığına sahipken bazı ülkelerin de  çok  geniş kıta sahanlıkları vardır.

Uluslararası  Adalet Divanı ( UAD ) ,1969 tarihli “Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı” davasında kıta sahanlığının sınırlarına ilişkin olarak “ kara ülkesinin deniz altındaki doğal uzantısı ( Natural prolongation )  tanımını yaparak coğrafi tanıma oldukça yakın bir yöntem benimsemiştir. UAD’nin bu tanımı yerbilimi açısından kıta sahanlığı geniş olan ülkeler tarafından memnuniyetle karşılanırken başta ABD olmak üzere kıta sahanlığı az olan ülkeler bu yaklaşıma itiraz etmişlerdir. Tüm bu polemikler 1982 yılında neticeye vardırılan BM Deniz Hukuku Sözleşmesi görüşmelerinde de ele alınmıştır.

Sonuç olarak BMDHS’nin “ Kıta SahanlığınınTanımlanması “ başlıklı 76. maddesinde  şu şekilde tanımlanmıştır :

“…….Bir Kıyı Devleti’nin kıta sahanlığı ,kara ülkesinin kıta kenarının dış sınırına kadar doğal uzantısı boyunca karasularının ötesine uzanan denizaltı alanlarının deniz tabanını ve alt topraklarını veya kıta kenarının dış sınırının bu mesafeye kadar uzamadığı yerlerde, karasularının genişliğinin ölçüldüğü esas hatlardan itibaren 200 deniz miline kadar bir mesafeye kadar olan alanı içerir………Syf.124

Bu madde ile coğrafi olarak kıta sahanlığı dar olan ülkelerin çıkarları gözetilmeye çalışılmıştır. Eğer Kıyı Devletinin kara ülkesinin deniz altındaki uzantısı esas hatlardan itibaren 200 deniz milinden fazla ise kıta sahanlığının bunun ötesine geçmesi de mümkündür. Buna göre iki alternatif kriter kabul edilmiştir ( BMDHS Madde 76/4 ) .

a. Kıta saha sahanlığı sınırları, esas hatlardan itibaren 350 deniz milinin ötesine  geçemez.

b. Kıta sahanlığı sınırları deniz tabanının 2500 metre derinlikte bulunduğu noktanın en çok 100 mil ötesine geçebilir.

Diğer önemli husus Kıyı Devletinin kıta sahanlığında hangi kaynakları kullanmaya yetkili olduğudur. Bu doğal kaynaklar cansız kaynaklar ( madenler ) ve canlı kaynaklar olarak ikiye ayrılır.

“……..Kıta sahanlığında Kıyı Devletinin münhasıran yararlanabileceği canlı kaynaklar sünger, midye, mercan türleri gibi tam olarak tabana yerleşik bir biçimde bulunan sabit deniz canlıları olabileceği gibi yengeç, ıstakoz, salyangoz gibi tabana sürekli fiziksel dokunma içinde hareket eden sürüngenler veya deniztarakları, denizkestaneleri gibi deniz yatağının toprak altına yerleşen canlı türlerinden oluşabilmektedir. Bu canlı kaynaklara, ayrıca, deniz yosunları ve öteki deniz bitkileri gibi deniz tabanına yerleşik bulunan bitkileri de eklenebilir. Madenler ve öteki cansız kaynaklara gelince, bunlar gerek deniz yatağı üzerinde çökelti tabakası içinde bulunan maden cevherini, gerekse toprak altında bulunan her türlü̈ madeni ve hidrokarbonları içermektedir (Pazarcı 1989). Günümüzde petrol ve gaz yataklarının keşfi konusunda önem arz eden Kıta sahanlığı üzerinde sondaj faaliyetleri ise BMDHS’nin 81. Maddesinde tanımlanmış olup buna göre Kıyı Devletinin, hangi amaçla olursa olsun, kıta sahanlığı üzerinde sondaj faaliyetlerine izin verme ve bu konuda düzenlemelerde bulunma konusunda münhasır hakkı bulunmaktadır. Anlaşılacağı üzere, bir Kıyı Devletinin kıta sahanlığı üzerinde sahip olduğu uluslararası hukuk çerçevesindeki hakları, onu çevreleyen su kütlesi içindeki balıklar ve benzeri hareketli canlıları içermemektedir. Benzer şekilde kıta sahanlığının yüzeysel suları ve onun üzerindeki hava sahası da bu haklar kapsamında değildir. Kıta sahanlığının suları “açık deniz” karakterini korur ve diğer tüm devletlerin gemi ve denizaltı araçlarının bu suların içinde ve üstünde serbestçe hareket etme hakkı saklıdır. ….Syf.127 ”

Münhasır Ekonomik Bölge( MEB)  ( Exclusive Economic Zone ( EEZ )) : 

Münhasır Ekonomik Bölge( MEB)  1982 tarihli BMDHS uyarınca bir  Kıyı Devletine  deniz kaynaklarının araştırılması ve kullanılmasında su , rüzgâr enerjisi ,canlı kaynaklar fa dâhil olmak üzere bazı özel özel haklar tanırken aynı zaman da  bir takım sorumluluklar da yükler. MEB, bir ülkenin karasularının ölçülmeye başladığı esas hatlardan itibaren denize/okyanusa doğru 200 deniz mili (370 km) kadar uzanır.

“…..MEB, Kıyı Devletlerine bölgedeki doğal kaynaklar ve bu kaynaklarla ilgili faaliyetlerin kontrolü üzerinde egemen haklar verirken, uluslararası toplumun seyrüsefer, bölge üzerinde uçuş ve denizaltı kablolarının ve boru hatlarının döşenmesi özgürlüklerini korumuştur. Kıyı Devletinin MEB üzerindeki hak, yetki ve yükümlülükleri BMDHS’nin 56. Maddesinde belirlenmiştir. Buna göre Kıyı Devletinin MEB üzerindeki egemen hakları, “deniz yatağı üzerindeki su tabakasında, deniz yatağında ve toprak altında mevcut canlı ve cansız doğal kaynakların araştırılması, işletilmesi, muhafazası ve yönetimi ve aynı şekilde sudan, akıntılardan ve rüzgârlardan enerji üretimi gibi, bölgenin ekonomik amaçlarla araştırılmasına ve işletilmesine yönelik diğer faaliyetler” olarak belirlenmiştir. Kıyı Devleti ayrıca suni adalar, tesisler ve yapılar kurma ve bunları kullanma; denize ilişkin bilimsel araştırma yapma ve deniz çevresinin korunması ve muhafazasına ilişkin de yetkilendirilmektedir ….Syf.134”

“…….Kıyı Devletinin ayrıca canlı kaynakların azami derecede işletilmesini sağlama yükümlülüğü vardır. Kıyı Devleti kendi avlama gücünü ve ilgili sahanın canlı kaynak hasat potansiyelini belirlemelidir. İzin verilen tüm avı hasat etme kapasitesine kendisi sahip değilse, fazla miktarı diğer devletlerin erişimine açmalıdır (Madde 62).

Hiçbir denize kıyısı bulunmayan veya coğrafi olarak dezavantajlı konumdaki Devletler, MEB üzerinde egemenliği bulunan Kıyı Devletinin hasat potansiyelini belirlediği canlı kaynakların fazlalığının uygun bir kısmının işletilmesine adil bir şekilde katılma hakkına sahiptirler (69 ve 70. maddeler)…..Syf.135”

Kıta sahanlığı ile MEB arasındaki temel fark kıta sahanlığının kara ülkesinin temel bir hakkı olmasına rağmen MEB’in ilan ve antlaşmalar yoluyla deklare edilebilmesidir. Kıta sahanlığı olmaksızın MEB olamaz ancak MEB ilan edilmemişse de kıta sahanlığı hakkı her zaman vardır. MEB kıta sahanlığından farklı olarak Kıyı Devletine balıkçılık konusunda ayrıcalık tanıdığı gibi rüzgar , akıntı kaynaklarını kullanmak yoluyla enerji üretmesine de olanak tanır. Kıta sahanlığı bazı durumlarda 350 deniz miline çıkabilir ancak MEB 200 deniz mili ile sınırlıdır.

Akdeniz  coğrafyasında Türkiye ile Yunanistan arasında olduğu gibi  karşılıklı deniz yetki alanları iç içe girmiş Kıyı Devletlerinin varlığı söz konusudur ve bu yetki alanlarının sınırlarının belirlenmesinde her ülkenin kendi çıkarını maksimize etme adına  farklı tezler benimsemelerinden kaynaklanan  uyuşmazlıklar sıkça  rastlanılan durumlardır. Komşu Kıyı Devletleri arasındaki deniz alanları çakışması da, birbirlerine bitişik  ülkelerin deniz yetki alanlarını nasıl sınırlandıracakları da karşılıklı müzakere başta olmak üzere aşağıda açıklamaları verilen teamül niteliğindeki prensiplerle çözüme ulaştırılabilir.

Deniz Yetki Alanlarının Sınırlandırılmasında Temel Alınan Prensipler : 

  • Gerekli Saygı (Due Regard) Kuralı :

MEB’de, Kıyı Devletinin sahip olduğu haklar  “Gerekli Saygı” (Due Regard) Kuralınca  diğer devletlerin hak ve ödevlerine “gerekli saygı” (Due Regard) gösterilerek icra edilir. (BMDHS Madde 56/ paragraf 2). Aynı kural diğer Kıyı Devletlerine de  hak ve özgürlüklerini “Kıyı Devletinin hak ve görevlerine gerekli saygıyı göstererek” kullanmalarını öngörür (BMDHS Madde 58, paragraf 3).

  • Hakçalık İlkesi ( Equity Principle ) :

“……BMDHS 83. Maddesi  “Hakçalık” ilkesine değinmektedir. Söz konusu Maddenin 1. Fıkrasına göre, “sahilleri bitişik veya karşı karşıya bulunan devletler arasında kıta sahanlığının sınırlandırılması, hakçalığa uygun bir çözüme ulaşmak amacıyla, Uluslararası Adalet Divanı Statüsü̈’nün 38. Maddesinde belirtildiği şekilde, uluslararası hukuka uygun olarak antlaşma ile yapılacaktır”. Eğer taraflar arasında yürürlükte olan bir uluslararası antlaşma varsa, bu antlaşmaya uygun hareket edilecektir. (83/4)……Syf.137-138 “

Keza yine 59. Maddede de Hakçalık İlkesine referans yapılmaktadır.

“…..İşbu sözleşmenin münhasır ekonomik bölge içerisinde ne sahildar devlete ve ne de diğer devletlere haklar ve yetki tanımadığı ve sahildar devletin menfaatleri ile diğer devlet veya devletlerin menfaatleri arasında uyuşmazlık çıkan durumlarda bu uyuşmazlık, Hakçalık İlkesine dayanarak ve diğer bütün ilgili şartlar ışığında söz konusu menfaatlerin taraflar için ve uluslararası toplumun bütünü için olan önemi göz önünde bulundurularak çözümlenmelidir…..Sayf.138 “

Hakçalık İlkesi kavramına uluslararası hukuk  uygulamalarından örnek olarak Sözleşmeler Hukukundaki iyi niyet kuralını, sözleşmelerin hukuka uygunluğu için geçerli rızanın aranması prensibini , haksız zenginleşme ve işkence ile ilgili kuralları verebiliriz.

  • Eşit Uzaklık İlkesi (Equidistance Principle) :

1958 Kıta Sahanlığı Konvansiyonu’nun 6. Maddesinde tanımlanan ve 1982 tarihli BMDHS’nin 15. Maddesinde de tekrarlanan eşit uzaklık kavramı deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında norm olarak kabul edilir.

“……Eşit uzaklık, “her iki Kıyı Devletinin karasularının genişliğinin ölçülmeye başlandığı esas hatların en yakın noktalarından eşit uzaklıkta olan orta hat” olarak tanımlanır (BMDHS Md. 1545). Coğrafi anlamıyla eşit uzaklık, kıyıları karşılıklı veya bitişik Devletlerin kıyıları arasında esas hatlardan eşit uzaklıkta çizilen, birkaç noktayı birleştiren ve segmentlerden oluşan geometrik bir çizgidir…..Syf.140 “

Aşağıda, Şekil-6 ve Şekil-7 ‘de iki farklı coğrafyada bu ilkenin nasıl uygulandığı harita üzerinde örnek olarak gösterilmektedir :

Şekil- 6  Eşit Uzaklık İlkesinin Uygulaması

Şekil- 7 Sınırları Karşılıklı Devlet Arasında Eşit Uzaklıkla Sınır Belirlenmesi

“……..Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı davasında (1969) UAD, eşit uzaklık ilkesini bir teamül hukuku kuralı olarak kabul etmemiştir. Ancak yine de eşit uzaklık ilkesi, uluslararası deniz hukukunda deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında kullanılan temel yöntem olarak bilinir…..Ancak bunca popülaritesine karşın eşit uzaklık ilkesi içtihat-teamül hukuku olarak kabul edilmemiştir…..Syf.140-141 “

  • Coğrafyanın Üstünlüğü İlkesi ( Land Dominates the Sea ) :

“…….Bir devletin deniz yetki alanına sahip olabilmesinin temel koşulu, denize kıyısı bulunmasıdır. Elbette ki kullanım hakları bakımından denize kıyısı bulunmayan devletlerin de açık denizlerde eşdeğer ve münhasır yetki alanlarında sınırlı da olsa hakları bulunmaktadır. Ancak gerek karasuları gerekse kıta sahanlığı ve MEB sahibi olunabilmesi için ön koşul, ilgili devletin bir kıyısının bulunmasıdır. Coğrafyanın üstünlüğü ilkesi de temel dayanağını bu vazgeçilmez ön koşuldan almıştır. Bir devletin deniz yetki alanına sahip olabilmesinin temel koşulu, denize kıyısı bulunmasıdır. Elbette ki kullanım hakları bakımından denize kıyısı bulunmayan devletlerin de açık denizlerde eşdeğer ve münhasır yetki alanlarında sınırlı da olsa hakları bulunmaktadır. Ancak gerek karasuları gerekse kıta sahanlığı ve MEB sahibi olunabilmesi için ön koşul, ilgili devletin bir kıyısının bulunmasıdır. Coğrafyanın üstünlüğü ilkesi de temel dayanağını bu vazgeçilmez ön koşuldan almıştır. 1969 tarihli Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı Davasında UAD tarafından “Kara, denize hâkimdir” (The land dominates the sea) şeklinde tanımlanmıştır. “Kara, denize hâkimdir” ilkesi, klasik uluslararası hukukun temel ilkelerinden biridir……Syf.142-143”

Orantılılık İlkesi ( Proportionality Priciple )  : 

1969 senesinde görülen  Kuzey Denizi Kıta Sahanlığı davalarında, Mahkeme, biri Almanya ile Hollanda ve diğeri Almanya ile Danimarka arasında olan ve daha sonra birleştirilen iki davada , sınırların belirlenmesinde Danimarka ve Hollanda tarafından desteklenen “Eşit Uzaklık İlkesi” ile Almanya tarafından desteklenen “Kıyı Şeridi ile

Orantılılık İlkesi” arasında seçim yapmak zorunda kalmıştır. Mahkeme  bu dava ile ilgili olan kararında şu ifadeleri kullanmıştır:

“…..Müzakereler sırasında dikkate alınması gereken faktörler, hakça ilkeler uyarınca gerçekleşen bir sınırlandırma sonucu ortaya çıkan kıta sahanlığı alanları arasında; kıyı şeritleri, kıyı şeridinin genel yönünde ölçülen kıyıların uzunlukları, aynı bölgedeki bitişik devletlerarasındaki diğer kıta sahanlığı sınırlamalarının etkilerini de dikkate alan, makul bir orantısallık unsurunu içermelidir.” (ICJ 1969 ) Burada kastedilen, kıyı şeritlerinin uzunluğu ile bu şeritlerin temsil ettiği devletlerin sahip olacağı deniz yetki alanı arasında ilgili alt kriterlerce denetlenen makul bir orantısallığın bulunmasıdır…….Syf.144

 Tek Deniz Sınırı İlkesi (Single Maritime Boundary Principle) : 

“…….Esas hatlardan itibaren ölçülen 200 deniz miline kadar olan mesafede MEB ve KS arasındaki kural benzerlikleri de tek deniz sınırı yaklaşımını desteklemektedir. BMDHS’nin 57. ve 76. Maddeleri uyarınca, 200 deniz mili mesafeye kadar olan bölge, kıtasal sınırın 200 deniz miline kadar uzandığı durumlarda bu yetki alanına hem MEB hem de KS etiketi yapıştırılmasına izin verir niteliktedir…….Syf.146 “

Kapatmama İlkesi (Non-Encroachment Principle)  :

Kapatmama ilkesi Kıyı Devletinin sahil hattının izdüşümünün kapatılmaması gerektiğine vurgu yapar.

“……Kıyıların denize doğru izdüşümünün herhangi bir şekilde kesilmesinin önlenmesi, sınırlandırma işleminin, Kıyı Devletinin kıyı şeridi boyunca kara toprakları ile Kıyı Devletinin MEB/KS sahasının tamamı arasında doğrudan bir geçişe izin vermesi gerektiği anlamına gelir. Böylece, araya giren kara parçaları (adalar gibi) veya deniz sahaları tarafından bu geçişin önü tamamıyla kapatılamaz.……Syf.148  “

Kapatmama ilkesinin temel vurgusu  “ Kara Denize Hakimdir” prensibi doğrultusunda Kıyı Devletinin coğrafyasına saygı duyulması gerekliliğidir. Kapatmama/kesmeme yükümlülüğünün belirlenmesinde asıl sorun , “kimin kimin önünü kestiği ya da kapattığı” üzerinden çıkmaktadır. A devleti ile B devleti arasında yapılan bir sınırlandırma işleminde C devletinin deniz yetki alanı kesilmiş ise burada nasıl bir öncelik tanınacaktır ?  Bir başka söyleşiyle kesmeme/kapatmama yükümlülüğü hangi devletlerde olacaktır ?  Ya da söz konusu olan C devletinin ters tarafta kalan bir adası ise ,  ya da ters  tarafta kalmamış bile olsa adası ise , bu durumda adanın kapatmama  /kesmeme yükümlülüğü mü söz konusu olacaktır yoksa A ve B devletlerinin bu adanın deniz projeksiyonunu kapatmama/kesmeme yükümlülüğü mü söz konusudur ? Uluslararası hukukta tüm bu sorunların birörnek net bir yanıtı bulunmamaktadır. Ancak bir esas ilke vardır ki tüm bu kilit sorunları çözecek anahtar niteliğindedir , o da “ Hakçılık İlkesi”dir. Bu gibi durumlarda diğer tüm kriterlere, kıyı uzunluklarına, mesafeye, ekonomik zenginliğe, nüfusa, ada ise büyüklüğüne ,nüfusuna ve diğer tüm ilgili özel durumlara bakılarak hakça bir çözüme kavuşulacaktır.

Deniz Yetki Alanları Açısından Ada ve Kayalıkların Durumu :

“…….Ada, en klasik tanımı ile  etrafı su ile çevrili olan kara parçasıdır. BMDSH’ın  121. Maddesinde bu şekilde tanımlanır. Ancak, bu şekilde tanımlanmış bir kara parçasının Sözleşme hükümleri bağlamında “ada” olarak kabul  görebilmesi  için, şu ilave niteliklere sahip olması  gerekir.

1.Gel-git hadisesi veya herhangi bir  nedenle çekilmiş olan sular geri yükseldiğinde de su üstünde kalabilmeli;

2.Doğal yollarla oluşmuş olmalı.

Buradan anlaşılacağı üzere gerek KS gerekse MEB içerisinde Kıyı Devletine oluşturması izni verilen “suni adalar” sözleşme kapsamında “ada” sayılmaz ve ilave deniz yetki alanı elde etmek amacıyla kullanılamaz. Kayalıklara gelince; Sözleşme’nin 121. Maddesinin 3. Fıkrası, kayalıkları “İnsanların oturmasına elverişli olmayan veya kendilerine özgü ekonomik bir yaşamı bulunmayan” ada veya adacıklar olarak tanımlamaktadır. 121. Madde bütün olarak ele alındığında, ” kayalıkların ” da ada tanımının kapsamı içerisine alındığını, ancak 3. Fıkrada bir nitelendirme yapılarak hangi adaların “kayalık” olarak nitelendirileceğini ortaya koyduğunu söylemek mümkündür.

Buna göre eğer bir ada;

  1. İnsan yerleşiminin sürdürülebilirliğine olanak tanımıyor ise,
  2. Kendi başına ekonomik yaşamı sürdürülebilir klima özelliği yok ise,

“Kayalık” olarak nitelendirilecek ve bu halde MEB veya KS sahibi olması söz konusu olmayacaktır.  Ancak kayalıklann karasuları olabilecektir……. Syf.150

“….Sınırlandırma  işlemi yapılırken adalara karasuları ötesinde ne kadar yer verileceği konusu kısaca “Etki “ ( Effect )  olarak tanımlanmaktadır. Bir ada için “Tam etki”  (Full effect )  iki ada arasında yapılan deniz yetki alanı sınırlandırma işleminde mümkün olabilmektedir Ada ile ana kara arasında yapılan deniz yetki sınırlandırma işlemlerinde ise, adalara” Kısmi etki” ( Partial effect ) verilmesi söz konusudur. O zaman bu kısmi etkinin oranı konusunda uyuşmazlık ortaya çıkabilmektedir…..Syf.151”                      

“……Bazıları Papua Yeni Gine kıyısına birkaç mil uzaklıkta olan bu adaların tamamı Avustralya’ya aittir. Sınırlandırma yapılırken yukarıdaki şekilde de görüldüğü üzere ,Avustralya’ya ait olan adaların Papua Yeni Gine’ye bakan kıyıları ile Papua Yeni Gine ana karası arasında eşit uzaklık ilkesine göre bir sınırlandırma yapılmış, adaların deniz tarafına bakan tarafına ise sadece 3 deniz mili genişliğinde bir kara suları kuşağı bırakılmıştır. BMDHS’ne uygun bir söyleyiş bu adalar çevrelenmiştir       ( Enclaved ). Geri kalan bölümde ise Papua Yeni Gine ana karası ile Avustralya ana kara kıyıları arasında sınırlandırma yapılırken adalar tamına göz ardı edilmiş değildir. Çünkü şekilde de görüleceģi üzere kıta sahanlığı sınırı eşit uzaklık ilkesine uygun belirlenmemiştir. Avustralya ana karasına yakın adalara da bir miktar etki verilmiş ve aradaki kıta sahanlığının sınırı ana karalar arasındaki orta hattan daha kuzeyde, Papua Yeni Gine’ye daha yakın belirlenmiştir. Belirlenen bu hattın Papua Yeni Gine tarafında kalan Avustralya’ya ait adaların ise balıkçılık hakları korunmuştur. Bu adaların doğusunda bulunan  Saibai adasında yaklaşık 500 civarında nüfus yaşamaktadır. Sınırlandırma antlaşması ile çevrelenmiştir olan bu ada nüfus açısından da ,büyüklük açısından da Doğu Akdeniz’de Türkiye ana karasına 1,13 deniz mili uzaklıkta bulunan  Meis adası ile benzeşmektedir.

Şekil- 8 Avustralya P.Yeni Gine Arasındaki Sınırlandırma

Buradan yapılacak çıkarım ,Avustralya-Papua Yeni Gine arasında yapılan sınır antlaşmasında Saibai-Douan-Boigu adalarına karasularımızda dışında hiçbir yetki alanı verilmediği gibi ,Doğu Akdeniz’e üzerinde tartışmaların yoğunlaştığı ve benzer özellikler taşıyan Meis adasının da kara suları dışında yetki alanı olmaması gerektiğidir…..Syf.154 “

Bu duruma bir başka örneği de Avrupa’daki verebiliriz. Fransa ve İngiltere arasında Fransa’nın Normandiya kıyısına yakın bir konumda olan ve tümü Kanal Adaları (Chanel Islands ) olarak adlandırılan Guernsey ve Jersey adaları ile bunlara bağlı olan adacıkların karasuları ile ilgili olan uyuşmazlıkta mahkeme bu adalara sadece 12 deniz mili olan karasuları hakkı tanımış ,geri kalan sınırı ise ana karalar arasındaki uzak eşitlik prensibine göre belirlemiştir.

Bu durumda Kanal Adaları Fransız kıta sahanlığı içerisinde tamamen çevrili

( Enclaved )  olarak kalmışlardır. Buna ilaveten İngiltere ana karsına oldukça yakın bir konumda olan Sicily adasına bile mahkeme “Tam etki” ( Full effect ) vermeyi kabul etmemiştir.

Yukarıda verilen her iki örnek de kıta sahanlığı ve karasuları konusunda farklı tezler öne süren Türkiye ve Yunanistan’ın uyuşmazlıkların hakkaniyetli çözümün nasıl olması gerektiği üzerine önemli ipuçları vermektedir.

Şimdi özet olarak ülkemiz Türkiye ve Yunanistan’ın bu konudaki farklı tezlerini neler olduğuna göz atalım :

Türkiye ve Yunanistan’ın Ege ve Akdeniz’de ki Adalar ile İlgili Tezleri :

Türkiye’nin Tezleri :

Türkiye Ege Denizinde özellikle Türkiye ana karasına yakın olan adaların kendi kara suları dışında sadece kısıtlı deniz yetki alanlarına sahip olmasını savunmaktadır. Burada Türkiye’nin tezine göre orta hat iki ülke ana karaları arasında çizilecek orta hat çizgisini belirtmektedir. Yunanistan’ın tezine göre Yunan ana karası ile Türkiye ana karasına çok yakın Yunan adaların da içeren tüm Yunan adaları bir bütünlük unsuru içinde ele alınıp kara suları ve deniz yetki alanlarının saptanması gerekmektedir.Bu  pratik anlamda deyim yerindeyse Türkiye’yi Ege ve Akdeniz’de bir taş atımı uzaklıktaki kara sularına mahkum etmek anlamına gelecektir. Devletler arasındaki bu tür sorunların”Hakçalık İlkesi” doğrultusunda çözülmesi gerekir.

“…..Buna ilaveten , adaların konularına bakılmaksızın otomatik olarak tam deniz yetki alanı sahibi olduğu şeklinde ileri sürülen görüşlerin aksine , Uluslararası Adalet Divanı’nın çok sayıda kararı ,orta hattın karşı tarafında kalan adaları , eğer bunların konumu “Hakçalık İlkesine” uygun sınırlandırmayı bozuyorsa veya diğer özel ilgili durumların varlığı halinde tamamen  ya da kısmen göz ardı etmiştir…..Syf.159  “

Yunanistan’ın Tezleri :

Yunanistan Türkiye ana karasına çok yakın olan adalar ve kayalıklara da içinde olmak üzere Yunan ana karası ile beraber tüm ada ve kayalıklara da münhasır ekonomik bölge haklarının olması gerektiği tezini ileri sürmektedir.

Yunanistan’ın bu tezini savunurken “Eşit Uzaklık İlkesini” dayanak yapmaktadır. Aslında bu görüş Uluslararası Hukuk tarafından genel olarak kabul gören “Eşit Uzaklık/Özel Durumlar” ilkesi ile bağdaşmamaktadır.

Yunanistan bu resmi görüşünü 2012 yılında Birleşmiş Milletler Genel Kurulu oturumunda dile getirmiş , BM Deniz Bülteninde de yer alan bu görüş daha sonra

Yunanistan’ın BM Genel Sekreterliği’ne ilettiği 11 Ağustos 2020 tarihli mektupla da teyid edilmiştir.

Ancak Yunanistan’ın bu resmi tezi sahadaki duruma yansımamıştır. İki taraf arasında geçici konsensüs 11 Kasım 1976 tarihli Ben Mutabakatı ile “Ege kıta sahanlığında” taraflar karşılıklı olarak sismik araştırma ve petrol işletme faaliyetlerinden kaçınacaktır.” prensibi çerçevesinde sağlanmıştır.

Meis Adası’nın Durumu :

Meis Adası Yunanistan ana karası ile uzantı anlamında hiçbir bağlantısı olmayan ,

Antalya’nın Kaş ilçesinin 1 deniz mil  karşısında 10 km2 alana sahip yaklaşık 500 kişinin ikamet ettiği bir adadır.

Şekil- 9 Yunanistan’ın Tezine Göre Meis Adasının Deniz Yetki Alanı

Adanın Kuzeybatısındaki Kara ada ve Güneydoğusundaki Fener adası da bahse konu bu adalar grubuna dahildir. Konunun uzmanlarına göre bu adalar grubu için Türkiye’nin egemenlik haklarını devredip devretmediği tartışmalıdır.

Yunanistan her ne kadar BM’ye resmi  bildiriminde bir harita sunmamış olsa da

Sevilla Üniversitesi profesörlerinden Juan Luis Suarez de Vivero tarafından hazırlanan  “Sevilla  Haritası” olarak bilinen haritada gösterilen geçici sınırlarda Meis Adasının deniz yetki alanı 40.000 km2  gösterilmektedir.

“….. Türkiye ,Birleşmiş Milletlere gönderdiği 21 Ağustos 2020 tarihli mektupta  Türkiye ana karasına 2 km , Yunan ana karasına 500 km uzaklıkta  yer alan 10 km2’’ lik Meis Adası’nın  40.000 km2’’ lik kıta sahanlığı/münhasır ekonomik bölge alanı oluşturamayacağını ,bunun absürd ,mantıksız ve uluslararası hukuka aykırı olduğunu” belirtmiştir…..Syf.159 “                               

Yetki Alanı Sınırlandırılmasında Uyuşmazlıkların Çözümü ve Yöntemler :

“…….BMDHS deniz ile alakalı hemen hemen her konuda hukuki düzenleme getirmesine karşın, Sözleşmede deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasına ilişkin hükümler iyi tanımlanmış ve net değildir. Devletlerarasındaki yetki alanlarının sınırlandırılması sürecine ilişkin Sözleşme, “Hakçalık İlkesine” uygun bir çözüm elde etmek için uluslararası hukuk temelinde varılacak bir mutabakatı öncelemektedir. Bu temel yaklaşım, uyuşmazlığın taraflarını aralarında insiyatif almaya ve öncelikle de hakça bir antlaşma yapmaya yönlendirir. Yetki alanlarının sınırlandırılması konusunda bir formül, şablon ya da kesin yöntem önermez. ….BMDHS’nin 287. Maddesine göre devletler, Sözleşmenin yorumlanması veya uygulanmasıyla ilgili ortaya çıkan uyuşmazlıkların çözümü için, yazılı bir bildirimde bulunmak sureti ile, aşağıdaki hukuki çözüm araçlarından birisine başvurmakta serbest olacaklardır:

  1. a) Uluslararası Deniz Hukuku Mahkemesi (UDHM),
  2. b) Uluslararası Adalet Divanı (UAD),
  3. c) Sözleşme Ek VII uyarınca oluşturulan bir tahkim mahkemesi,
  4. d) Özel bir tahkim mahkemesi…….169 “

İki veya daha fazla sayıda devlet arasında deniz yetki alanları hususunda ortaya çıkan anlaşmazlıklarda çözümün ilk adımı karşılıklı müzakerelerde bulunmaktan geçer. Anlaşmazlığa taraf devletler ,tarafı oldukları uluslararası antlaşmalar veya uluslararası hukukun çözüme ulaşılmasında başvurulması gereken anahtar olması konusunda fikir birliğine varamadıkları takdirde uluslararası hukuk sürece dahil olamamaktadır.

Müzakere ( Negotiation ) :

“……..Müzakere, ikili veya çok taraflı bir uyuşmazlığı çözmenin en önemli ve barışçı yoludur. Deniz yetki alanlarının sınırlandırılması için de bu kural geçerlidir hatta birtakım avantajları vardır. Uyuşmazlığın tarafları müzakereleri kendi ihtiyaçları doğrultusunda şekillendirmekte özgürdürler ve müzakereye katılma tamamen isteğe bağlı bir süreçtir. Taraflar ancak kendi yararlarına olacağına inanıyorlarsa bu süreci başlatır ve sürdürürler (Aceris Law, 2020). Taraflar müzakerelerin sonuçlarını kabul veya reddetmekte özgürdür ve süreç boyunca diledikleri zamanda müzakerelerden çekilebilirler. Müzakere yönteminde tarafların iradelerine müdahale eden 3. taraf etkisi yoktur. Bu yüzden de deniz yetki alanı sınırlandırma uyuşmazlıklarının müzakerelerinde bir karara varmak kolaydır. Yargı yolu ile kıyaslanırsa, daha az risk taşır ve mahkemelerin uygulamakla yükümlü olduğu hukuk kuralları müzakerecilerin kullanabileceği imkânlara göre çok daha kısıtlıdır……..Syf.171 “

Arabuluculuk ( Mediation ) :

Arabuluculuk , 1945 tarihli BM Antlaşmasının 33.Maddesinde uluslararası uyuşmazlıkların çözümünde alternatif bir yöntem olarak listelenmiştir.   Devletler deniz yetki alanlarındaki uyuşmazlıklarda bu yönteme  nadiren başvururlar.

Uzlaştırma ( Conciliation ) :

“……Uzlaştırma, BMDHS’nin 284. Maddesinde (Kısım XV) belirtilen deniz yetki alanları sınırlandırmasının barışçıl yollarla çözüme kavuşturulması için kullanılabilecek yargı dışı usullerden olup Ek 5’te ele alınmıştır. BMDHS 74 (1) maddesine göre, bitişik veya karşılıklı kıyılara sahip devletlerarasındaki MEB sınırlandırması, “Hakçalık İlkesine” uygun çözüm elde etmeyi amaçlayan bir antlaşma ile gerçekleştirilecektir. Aynı Maddenin 2. Fıkrasına göre ise, uyuşmaya varmanın mümkün olmadığı durumlarda, BMDHS Bölüm XV’e göre, ilgili taraflar görüş ayrılıklarının giderilmesi için uzlaştırma yoluna başvurmalıdır ……

Uzlaştırma yönteminde, uyuşmazlığa taraf Devletler, kontrolü uzlaştırmacı görevini üstlenmesini kabul ettikleri üçüncü tarafa bırakmalı ve bu uzlaştırmacı üçüncü tarafın kendilerini bağlayan resmi bir çözüm bulmasına izin vermelidirler. Bu da uyuşmazlıklarda tarafların uzlaştırma yolunu tercih etmek konusunda caydırıcı rol oynamaktadır. Çünkü taraflar bu süreçte kaybetme riskini üstlenmek istememektedir. Uzlaştırmada kaybettiklerinde Devletlerin sonucu götürebilecekleri bir üst makam bulunmadığından, tahkim (Arbitration) yöntemi, daha tercih edilen bir yol olarak öne çıkmaktadır (Monjur et al, 2019)…..Syf.172 “

Tahkim ( Arbitration ) :

“……Tahkim, BMDHS’nin uygulanmaya başlandığı 1994 yılından itibaren deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında ortaya çıkan uyuşmazlıkları çözmenin en popüler ve başarılı yolu olmuştur. Tahkim Mahkemesi, BMDHS Ek VII’si uyarınca bir araya gelmiş beş hakemden oluşur. Uyuşmazlığa taraf olan her bir Devlet bir hakem tayin eder ve geri kalan üç hakemi söz konusu devletler birlikte atarlar. IT LS Başkanı bu konuda atanan otorite olarak görev yapmaktadır. Tahkim, deniz yeki alanları sınırlandırmasının zorunlu yöntemlerinden birisidir. Uyuşmazlığın tarafları kendi aralarında bir çözüme ulaşamadıklarında ve deniz kaynaklarının kullanılması için çözüm zaruri hal almışsa, zorunlu uyuşmazlık çözüm yollarına başvurmaktadırlar. Tahkim yoluyla, birçok Kıyı Devletinin uzun süreli deniz yetki alanı sınırlandırma uyuşmazlıkları çözülmüştür. 2014 yılında Bangladeş ve Hindistan, 1974’te başlayan 40 yıllık deniz yetki alanı sınırlandırma uyuşmazlığını tahkim aracılığıyla çözmüşlerdir.

Deniz yetki alanlarının sınırlandırılmasında ortaya çıkan uyuşmazlıkların çözümünde tahkim yolu, diğer yöntemlere oranla daha başarılı olsa da uyuşmazlığın tarafı olan tüm devletler tahkimin yargı yetkisini kabul etmedikçe mahkemenin uyuşmazlığın herhangi bir tarafını resen çağırma yetkisi yoktur. Tahkimin aldığı karara uyuşmazlığın taraflarını uymaya zorlayacak bir gücü de bulunmamaktadır (Monjur et al, 2019)……Syf.172-173 “

Doğu Akdeniz Enerji Rezervleri ve Bölge Ülkeleri Arasındaki İlişkiler : 

Yaklaşık on sene önce Doğu Akdeniz havzasında ulusal ve uluslararası petrol şirketleri tarafından bulunan zengin enerji rezervleri Türkiye ,Yunanistan, Mısır, İsrail  ,Filistin ,Lübnan , Ürdün, Suriye ,KKTC ve Güney Kıbrıs Rum Yönetimini (GKRY) çok yakından ilgilendirmektedir. Bölge ülkeleri arasında özellikle Türkiye , Yunanistan ,KKTC , GKRY arasındaki deniz yetki alanları konusundaki anlaşmazlıklar doğal olarak bölgedeki rezervlerin üzerinde tartışmalı bazı hak iddialarını devamlı olarak gündeme getirdiği gibi bu rezervlerin hizmete sunulması ile ilgili projelerde ciddi gecikmelere de yol açmaktadır. Özellikle bulunan bu zengin rezervler sayesinde başta Mısır olmak üzere İsrail , Filistin gibi devletler enerjiyi devamlı surette ithal etmek zorunda olan  enerji fakiri ülkeler arasından çıkarak yakın bir gelecekte enerji ihracatı yapan ülkeler arasına girebileceklerdir.

“……Akdeniz’in en büyük doğal gaz rezervi olarak kabul edilen Mısır’ın Zohr Havzası, 2015 yılında İtalyan ENI şirketinin liderliğinde bir konsorsiyum tarafından keşfedilmiştir. Yakın bölgede daha önce keşfedilen İsrail’in Tamar (2009) ve Leviathan (2010) gaz sahaları ve GKRY’nin Aphrodite (2011) sahası diğer büyük havzalar niteliğindedir. Zohr havzasında 850 milyar metreküp doğal gaz rezervi bulunduğu tahmin edilmektedir (Fouad, 2019). 1,5 km su derinliği olan havza, 100 km2 yüzölçümüne sahip olup kıyıdan yaklaşık 220 km açıktadır. Zohr havzasındaki gaz kaynaklarının çıkarılmasını üstlenen şirketler birliği içerisinde İtalyan ENI şirketinin % elli, Rus Rosneft şirketinin % otuz ve BP’nin % on ve BAE orijinli Mubadala Petroleum’un %10 hissesi bulunmaktadır ….. Zohr sahasında üretilen gaz ,Mısır’ın tüm yurt içi gaz talebini karşıladıktan sonra kalan gaz LNG şeklinde ihracat kapısı oluşturacak niteliktedir……Syf.196 “

 GKRY’nin Aphrodite sahasında ilan ettiği sondaj alanlarına Türkiye haklı olarak itiraz etmiştir. Zira GKRY’nin ilan ettiği deniz yetki sahaları Türkiye’nin kıta sahanlığı ile çakıştığı gibi KKTC’nin haklarını tamamen görmezden gelmektedir.  Kıbrıs adasında de facto olarak İki ayrı toplum ve devlet olduğu halde dünya genelinde ve özellikle AB üyesi olarak Avrupa Birliği nezdinde GKRY Kıbrıs adasının tek hakimi ve temsilcisi gibi kabul edilmektedir . GKRY tek taraflı olarak yürüttüğü hak ihlallerinde AB’yi de arkasına alarak Mısır gibi bölge ülkeleriyle de deniz yetki alanlarının sınırlandırılması antlaşmaları yapabilmektedir :

“…….Mısır ve GKRY, kendi aralarında yaptıkları ve 5 Madde ve 2 Ekten oluşan Antlaşmayı 2003 yılında Birleşmiş Milletler Genel Sekreterliği’ne de sunmuşlardır. Bu antlaşma BM Deniz Hukuku Bülteni’nin 2003 tarihli 52 numaralı Sayısında yayınlanmıştır (EK-1). Bu anlaşmaya göre, taraflar arasındaki MEB sınırlandırması, iki tarafın esas hatlarından itibaren eşit uzaklık ilkesine göre çizilen bir orta hat olarak belirlenmiştir……           

 Mısır ve GKRY’nin sınırlandırma antlaşmasına Türkiye itiraz etmiştir. Böyle bir antlaşmanın uluslararası hukuka aykırı olacağını, adanın tek temsilcisinin GKRY olmadığını, KKTC’nin de oradaki asli unsurlardan biri olduğunu, olası antlaşmanın Türkiye’nin ve KKTC’nin haklarına zarar vereceğini Mısır’a bildirmiştir. Mısır ve GKRY’nin sınırlandırma antlaşması Mısır’ın da aleyhine olan bir anlaşmadır. Mısır, GKRY ile değil de sahillerinin uzunluğu çok daha fazla olan Türkiye ile bu sınırlandırma antlaşması yapmış olsa, mevcut MEB ve kıta sahanlığından 12000 km2 daha fazla yetki alanına sahip olabilecektir……

 Nisan 2012’de, Mısır Cumhurbaşkanı Muhammed Mursi, Mısır-İsrail doğal gaz sevk antlaşmasını uygulamadan kaldırdı. 2003 yılında GKRY ile imzalanmış olan MEB antlaşmasını da Mart 2013‘te feshetmiştir. Muhammed Mursi iktidarı, Mısır’ı Türkiye liderliğinde oluşturulma çalışmaları yürütülen Levant iş birliği içerisine katmayı hedeflemiştir. Ancak General Sisi tarafından yapılan darbe ile iktidardan düşürülünce bu gerçekleşememiştir. General Sisi yönetimindeki Mısır Devleti de, GKRY ve İsrail ile varılan anlaşmaları tekrar yürürlüğe koymuştur ….Syf.200-201 “

Bu arada Mısır’ın yanı sıra Türkiye-İsrail arasında özellikle son 15 sene içerisinde tırmanan siyasi gerilimler İsrail’in Doğu Akdeniz enerji havzaları ile ilgili projeleri bağlamında diğer bölge ülkeleriyle daha fazla yakınlaşması sonucunu beraberinde getirmiştir.

“…..İsrail, BMDHS imzacısı bir Devlet değildir, Antlaşmaya taraf olmamıştır ancak bu Antlaşma kuralları uyarınca deniz yetki alanlarını belirlemekten de kaçınmamıştır. İsrail, Doğu Akdeniz’de yeni rezervler keşfedilmesinden hemen sonra, GKRY ile 2010 yılında MEB imzalamış, 2011 yılı Temmuz’unda bunu BM’ye bildirmiştir.             İsrail’in sahiplendiği gaz sahalarındaki tahmini rezervler İsrail’in ihtiyacını fazlasıyla    karşılayabilecek ve İsrail’i gaz ihracatçısı yapacak miktarlardadır. İsrail, GKRY ve Yunanistan ile iş birliği görüşmeleri içine girmiş ve bu sahalardan çıkacak olan gazın Avrupa’ya ihracatı için projeler üretmeye başlamıştır (Acar ve Yılmaz, 2018). Sonuçta İsrail, Yunanistan ve Kıbrıs Rum yönetimi ile 2 Ocak 2020 tarihinde Doğu Akdeniz (East Med) doğal gaz boru hattı projesi üzerinde antlaşma sağlamış, yapılan 3 taraflı antlaşma 19 Temmuz 2020 tarihinde İsrail Hükümeti tarafından onaylanmıştır.

İsrail’den Yunanistan’a ve ardından İtalya’ya kadar uzanan 1.900 km uzunluğunda (1.180 mil) doğal gaz boru hattı projesinin 7 milyar dolara inşa edileceği ve inşasının da 7 yıl sürmesi beklenmektedir.

Şekil- 10  Doğu Akdeniz ( East Med ) Boru Hattı Projesi 

Boru hattı yılda 10 milyar metreküplük bir kapasiteye sahip olacaktır…..İsrail’in önemli gaz ve petrol sahalarından Tamar’da üretim 2013 yılında, Leviathan’da ise 31 Aralık 2019 tarihinde başlamıştır. Leviathan, günlük üretim kapasitesi yaklaşık 300 milyon fit küp olan dört kuyuya sahiptir. Leviathan sahasında üretim başladıktan sonra ülkenin doğal gaz ihtiyacını karşılayan Tamar sahası kapasite olarak ikinci sıraya düşmüştür …..Syf.202-203

Esasen bu hattın güzergahının Türkiye üzerinden geçecek şekilde projelendirilmesinin çok daha ekonomik ve güvenli olacağı ortadayken siyasi konjektür nedeniyle bu durum görmezden gelinmektedir.

Filistin deniz yetki sahasında bulunan Gazze Marina sahasında zengin doğal gaz rezervleri 2000 senesinde British Petroleum tarafından keşfedilmiştir ve 28 milyar m3 civarı bir gaz varlığı olduğu tahmin edilmektedir. Bu sahadaki gaz rezervleri yakın gelecekte muhtemelen Filistin’i de enerji ithalatçısı bir ülke konumundan enerji ihracatı yapan bir ülke durumuna getirecektir. İsrail’in Tamar ve Leviathan sahalarına kıyasla Gazze Marina bölgesinde su derinliğinin daha az olması işletme maliyetlerinin daha ekonomik olacağı anlamına gelmektedir.

Doğu Akdeniz enerji denkleminin bir diğer önemli ayağı da Suriye’dir. Her ne kadar yıllardır sürmekte olan iç savaş hali ülkenin bu potansiyeli ile ilgilenmesine ,değerlendirmesine engel olduysa da ABD’nin Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Suriye kıyılarında Doğu Akdeniz havzasındaki enerji potansiyelinin üçte birine denk gelen 3.5 trilyon m3 doğal gaz ve 1.7 milyar varil petrol rezervlerinin varlığından bahseden açıklamalarda bulunmuştur. Suriye Enerji Bakanlığı bölgedeki hidrokarbon kaynakları konusundaki arama ihalelerini Rus şirketlerine vermiştir.

Diğer önemli bir husus da Suriye devletinin ilan ettiği deniz yetki alanında petrol ve doğal gaz arama ruhsatları verdiği bölgenin bir kısmının Türkiye’nin deniz yetki alanı ile çakışmakta olduğudur.

“……Bu ve bundan sonraki süreçte Doğu Akdeniz’deki iki ülke sınırları içindeki   enerji kaynaklarının ve bölgedeki diğer ülke kaynaklarının iki ülke arasındaki ilişkileri iş birliği ve çözüm içinde mi yoksa daha da gerilmiş bir sürece mi taşıyacağı her iki stratejik çıkarları doğrultusunda yapıcı tavırları belirleyecektir.                 Türkiye’nin de Suriye politikası ve Suriye üzerine geliştireceği stratejileri Doğu Akdeniz’de her iki ülkenin deniz sahasında bulunan muhtemel doğal gaz ve petrol kaynakları ve bunların işletilmesi ve ayrıca İsrail ve Lübnan’ın elinde bulundurduğu rezervleri ihraç edebileceği ekonomik yolların bu iki ülkeden geçiyor olması bakımından oldukça önemli ve dikkate değerdi.. Syf.218 “

Şekil- 11 Suriye’nin MEB Sınırları ve Türkiye’nin Kıta Sahanlığı Sınırı

Türkiye ve Libya Arasında İlan Edilen Münhasır Ekonomik Bölge (MEB) :

Türkiye ve Libya devletleri 08 Aralık 2019 senesinde yürürlüğe giren  MEB ve Kıta Sahanlıklarını Sınırlandırma Antlaşması yapmışlardır. Bu Antlaşmanın fikir babası olduğu söylenen değerli Emekli Amiral Cihat Yaycı Kriter dergisinde Ocak 2020 yılında kaleme almış olduğu makalede Türkiye ve Libya arasında imzalanan söz konusu mutabakatı “Türkiye için Doğu Akdeniz’de en kötü senaryo olan Yunanistan-Mısır-GKRY arasında sınırlandırma antlaşması yapma olasılığı ortadan kaldırılmıştır şeklinde yorumlamıştır.  Peki gerçekten bu antlaşma bu amaca hizmet etmiş midir ?

……Mısır’ın mutabakata esas tepkisi ise 6 Ağustos 2020 tarihinde Yunanistan ile imzaladığı MEB Antlaşması olmuştur.2003 yılından bu yana Yunanistan’ın ısrarlarına karşın bu Antlaşmayı imzalamaya ihtiyatlı yaklaşmış olan Mısır’ın bu politikasını değiştirmesinde en önemli etkenlerden biri hiç şüphesiz Türkiye Libya arasında imzalanan mutabakat olmuştur…..Syf.242 “       

Avrupa Birliği’ de Türkiye Libya arasında yapılan MEB Antlaşması’na olumsuz bir yaklaşım göstermektedir.

Bu Uyuşmazlıkların Perspektifinde Mavi Vatan Kavramı Nasıl Anlaşılmalı ?

“…….” Denizci Millet, Denizci Devlet” şeklinde belirlenen bu mottoda aslında vurgulanmak istenen ,milletimiz ne zaman “Denizci Millet” olur ise ülkemizin de ancak o zaman “Denizci Ülke” olabileceği gerçeğidir….                                          Peki denizci olmadan “Mavi Vatan” da nereden çıktı? Elbette ki denizciliğimizden çıkmadı. Denizci millet olma yolunda ortaya atılan bir kavramdır aslında mavi vatan. Bu terim ilk kez 2008 yılında kullanılmıştır. “Mavi Vatan” kavramı ilk olarak 10-11 Ocak 2008 tarihlerinde düzenlenen “Türk Denizciliği ve Foça “sempozyumunda ortaya çıkmıştır. Bu sempozyumda “Mavi Vatan” kavramını ortaya atan, Emekli Koramiral Lütfü Sancar’dır. Daha sonraları Balyoz davasında haksız olarak tutuklanan ve 18 ay ceza aldıktan sonra suçsuzluğu anlaşıldıktan sonra serbest bırakılan Lütfü Amirale göre “Türkiye’nin kara ülkesinin yüzölçümü iz düşüm olarak 779.452 kilometre karedir.” Mavi Vatan” tanımlaması ise Boğazlar ve iç deniz Marmara dahil Türkiye’nin karasularını içine alır ve 377.714 kilometre kare alan kaplar. Bir başka deyişle kara ülkemizin yüzde 48’i kadar “Mavi Vatan” alanımız bulunmaktadır…Syf.270 “

“…..Gerek “Kıta Sahanlığı” (1945) kavramı gerekse MEB (1982) kavramları “Kara Suları” kavramlarına göre çok yenidirler…..Ancak bu hakların hepsi sınırlı haklardır ve “Vatan” kavramının akla getireceği “ tam egemenlik “ yetkileri ile örtüşmezler.Kendimiz için istediğimizi diğer devletler için de kabul etmemiz gerekeceğini düşünürsek; Örneğin Yunanistan’ın Kıta Sahanlığı ve Münhasır Ekonomik Bölgesini Yunanistan’ın mavi vatanı , Mısır’ınkini Mısır ’ın mavi vatanı ,İtalya’nınkini İtalya mavi vatanı kabul etmemiz gerekecektir. Bunun sonucunda Akdeniz’de adım atacak yerimiz kalmaz, kaldı ki bu doğru da olmayacaktır.

Örneğin Deniz Kuvvetlerimiz diğer devletlerin bu deniz alanlarında tatbikat icra edebilir. Çünkü ne MEB kavramı ne de Kıta Sahanlığı kavramı bir başka devletin Kıta Sahanlığı veya MEB Bölgesinde tatbikat yapmayı engelleyici bir hüküm içermemektedir…Dolayısıyla o alanlar diğer devletlerin de “Mavi Vatan” ları değildir, tıpkı açık denizler gibi hepimizindir.” Mavi Vatan” kavramı ilk ortaya çıktığı 2008’li yıllarda denizi sevdirmeyi ve ondan yararlanmayı, ayrıca deniz kültürü oluşturmayı amaçlayan naif bir kavram olarak belirlenmiştir. Ancak daha sonraları bu kavramın üzerine özellikle Doğu Akdeniz’de meydana gelen gelişmelerin de etkisiyle yoğun bir aşırı ulusalcılık eklenmiştir. Bu aşırı ulusalcılık elbette ki haklarımızı savunmayı amaçlamaktadır, ancak haklarımızı dar bir çerçevede görmemek gereklidir. Doğu Akdeniz’de deniz sınırlarının belirlenmesinin olmazsa olmaz koşulu Kıbrıs sorununun çözüme kavuşturulmasıdır. Syf.272-273 “

Sonuçlar :  

Kaptan ve Hukukçu Cahit İstikbal Ağabey bu son derece değerli kitabının önsözünde, vereceği anahtar bilgilerle okuyucunun Doğu Akdeniz sorunu üzerine kendi çıkarımlarını yapabilmesini de amaçladığını belirtmişti. Bu fikirden de ilham alarak bu eserin Doğu Akdeniz sorunu ile ilgili bende uyandırdığı düşünceler aşağıda olduğu gibidir.

  • Kitapta da birkaç kez belirtildiği, özellikle altı çizildiği gibi Doğu Akdeniz sorununun çözülmesinde kilit unsur Kıbrıs sorununun çözüme ulaştırılmasıdır. Her ne kadar adada birbirinden iki ayrı devlet ve toplum varsa da dünya genelinde adanın temsilcisi GKRY olarak kabul edilmekte , KKTC devlet olarak tanınmamaktadır. Keza GKRY adanın resmi tek temsilcisi olarak Avrupa Birliğinde üye devlet olarak yer almakta ve tüm hakkaniyete uymayan deniz yetki alanları tezlerinde AB’nin tam desteğini arkasına almaktadır.
  • GKRY yanı sıra İsrail ,Mısır ve Suriye’ninde Doğu Akdeniz havzasında çok önemli hidrokarbon rezervleri vardır. Bu ülkelerle son senelerde yaşadığımız bazı siyasi gerginlikler ne yazık ki bu bölgede lehimize sayılamayacak bazı gelişmelere yol açmıştır. Kısaca tekrar hatırlatacak olursak .

1. Doğu Akdeniz’deki İsrail’e ait enerji rezervlerinin Avrupa’ya ihraç edilmesini sağlayacak Doğu Akdeniz Boru Hattı (East Med ) projesinden Türkiye dışlanmıştır. Oysa bu boru hattının Türkiye’den geçirilmesi bu projenin çok daha ekonomik ve güvenli olmasını beraberinde getirecekti. Ancak siyasi gerginlikler bu alternatifi mümkün kılmamıştır.

2. 2019 senesinde Türkiye ve Libya devletleri arasında imzalanan MEB Antlaşmasının ardından Mısır yıllardır bundan kaçındığı halde 2020 senesinde Yunanistan ile Deniz Yetki Alanlarını Sınırlandırma Antlaşması imzalamıştır. Oysa Mısır bu antlaşmayı Türkiye ile imzalasa çok daha fazla deniz yetki alanına sahip olacaktı. Ancak özellikle Mısır Devlet Başkanı Sisi’nin işbaşına gelmesinden sonra bu ülke ile yaşanan siyasi gerginlikler bu alternatife imkân tanımamıştır.

3. Suriye devleti, Amerikan Enerji Ajansının tahminlerine göre Doğu Akdeniz enerji havzalarındaki rezervlerin üçte birine sahiptir. Bu muazzam bir potansiyeldir ancak Suriye yıllardır iç savaş sorunuyla uğraştığı için bu alana yönelememiş ve bu bölgedeki hidrokarbon kaynaklarının sondaj ve araştırma imtiyazını Rus şirketlerine vermiştir. Ayrıca bu ülke ile belli bir bölgede deniz yetki alanımız da çakışmaktadır. Suriye ile halen yaşanan siyasi gerginlikler bu alanda Türkiye’nin de çıkarlarını gözeten birtakım imtiyazlar elde edilmesi hususunda iş birliği yapılmasını da imkansız hale getirmektedir. Oysa gelecekte bu bölgede iki ülkenin beraber hareket edebilmesi iki taraf için de son derece kazançlı bir iş birliğini gündeme getirebilir.

  • Yunanistan özellikle kendi ana karası ile hiçbir bağlantısı olmayan Meis Adası gibi küçük bir ada üzerinden yukarıdaki sayfalarda detaylı izah edildiği üzere bu adanın yüzölçümü ile kıyas kabul edilmeyecek ölçüde “Hakçalık İlkesi” ile hiç bağdaşmayan son derece orantısız bir MEB tezi öne sürmekte ve bu konuda AB’nin desteğini de arkasına almaktadır. Aynı şekilde GKRY’de KKTC’yı yok sayan deniz yetki alanı tezlerinde bir AB üyesi olarak bu önemli desteği arkasına almaktadır. Türkiye’nin önemli ölçüde

“ İnsan Hakları Standartları” ile ilgili bazı düzenlemeler nedeniyle son yıllarda akamete uğrayan AB üyelik sürecinin tekrar canlandırılması ,bu konudaki sıkıntıların karşılıklı uzlaşmayla çözülmesi ,bölgedeki menfaatlerimiz açısından önem arz etmektedir.

Avrupa’dan uzaklaşan , yalnızlaşan bir Türkiye imajının bölgedeki çıkarlarımız açısından yararlı sonuçlar doğuracağını beklemek pek mümkün değildir.

  • 2022 yılı başında başlayan ve halen tüm şiddetiyle devam etmekte olan Rusya ve Ukrayna arasındaki savaş , başta Almanya olmak üzere birçok Avrupa ülkesinin Rusya’ya olan enerji bağımlılığının ne kadar sürdürebilir olduğunu da gündeme getirmiş ,bu ülkeler Rusya’dan enerji tedarikini minimuma indirecek planlar yapmaya başlamışlardır. Bu noktada hali hazırda Yunanistan, İsrail ve GKRY’nin katılımı ile projesi yapılan Doğu Akdeniz Boru Hattı Projesi (East Med ) çok daha önem kazanmış ve çalışmalar hızlandırılmıştır. Önceki bölümde de belirtildiği gibi bu projenin Türkiye üzerinden daha ekonomik ve güvenli bir şekilde hayata geçirilmesi mümkündür ancak taraf ülkelerle olan siyasi gerilimler buna izin vermemektedir.
  • Türkiye’nin kıta sahanlığından doğan vazgeçilmez hakları tüm açıklığı ile ortadayken Türk insanını denizcilik konularındaki farkındalığını arttırmaya yönelik idealist ve takdir edilmesi gereken bir çaba olan “ Mavi Vatan “ kavramını bağlamından ve maksadından  kopartacak bir anlayış içine girmemek konusunda son derece dikkatli olmalıyız. “ Mavi Vatan “ kavramı bir deniz yetki alanı tanımlaması değildir ve aşırı ulusalcı tepkilerle aynı argümanların bölge ülkelerini tarafından da maksadını aşacak bir şekilde öne sürülmesi Doğu Akdeniz sorununu hepten içinden çıkılması mümkün olmayan kaotik bir problem haline getirebilir.

Son söz olarak Türkiye devletinin ve halkının hayati menfaatlerinin diğer ülkelerle karşılıklı çıkarlara dayalı iyi ve barışçıl ilişkilerin kurulmasından geçtiği tartışılmaz bir gerçek olarak önümüzdedir.

Önemli Not : 

Bu makale Kılavuz Kaptan ve Hukukçu Kpt.Cahit İstikbal Ağabeyimizin 2020 yılında ilk baskısı, 2021  yılında ise 2. baskısı yayınlanan “Enerji Kaynakları ve Deniz Yetki Alanları Bakımından DOĞU AKDENİZ SORUNU” isimli değerli eserinin bir özet incelemesi olarak kaleme alınmıştır.

Bu bağlamda alıntı yapmak isteyen okurların, araştırmacıların bu özet makaleden değil mutlak surette bu değerli eserin ismi ve değerli yazarı Kaptan Cahit İstikbal’in adıyla referans vermelerini önemle rica ederim.

Bölgemizdeki güncel enerji savaşlarını, milli çıkarlarımız açısından  tüm yönleriyle ve bu makalenin sınırlarını çok aşan detaylarıyla ortaya koyan bu değerli eserin sadece meraklı okurların kütüphanelerinde değil kurumsal kütüphanelerde de en kısa zamanda yerini alacağını umut ediyorum.

Saygılarımla…