Denizcinin anasayfası

Irak’ta vurulan ilk Türk gemisinin hikayesi

Irak, Mar Transporter’i nasıl vurdu? O günün tanığı İlhan Ağabey anlattı.

Yüksek Denizcilik Okulu (YDO) Makine 1953 mezunu ağabeyimiz İlhan Özerdim ağabey’i evinde ziyaret ettiğimde, bana Mar Transporter gemisinde yaşadıklarını anlatınca ve resimlerini  gösterince, bu hikayenin unutulmamasını sağlamak için albüm yapılmasına karar verdim.

Albümünü yaptık ve orijinalini kendisine, kopyasını müzemize koyduk. Üzerine de güzelce “MAR TRANSPORTER” yazdık.

Müzemizdeki İlhan Özerdim albümü

 

Aradan uzun zaman geçti ve İlhan Ağabey’i aradım, hikayesini de anlatmasını rica ettim. Memnuniyetle kabul etti ama hazırlanmak için süre istedi. Her zaman ki gibi, dersine çalıştı ve beni telefonla arayarak hazır olduğunu söyledi.

-Bu arada,Gemi için yaptığımız araştırmada aşağıdaki detaylar dışında pek kaynak bulamadık. İstanbul Şehir Üniversitesi Kütüphanesi Taha Toros albümünde “Denize verenler” isimli tahmini 1981 tarihli röportajında aşağıdaki açıklamaları bulduk;

“Hüseyin Avni Bey’in kurup Ali Sohtorik ile gelişen Sohtorik denizcilik. Bugün iki ayrı oğulun kurduğu iki şirket olarak baba mesleğini sürdürüyor. Bunlardan Semih Sohtorik’in sahibi olduğu gemiler şöyle:

  • Ocean Transpor Med Transporter: 22 000
  • Mar Transporter: 19.184
  • Baltic Transporter: 19.457
  • Ocean Transporter 30.165
  • Bulk Transporter: 64:441
  • Atlantic Mariner: 18.085
  • Pacific Mariner: 19.463 Ayrıca, Semih Sohtorik 4 Fransız gemisinin de işletmesini yapıyor.”

Anlaşmazlık yüzünden iki erkek kardeş, işleri ayırmaya karar veriyorlar ve aynı hanın ayrı katlarında iki başka şirket kurarak armatörlüğü sürdüreceklerini açıklıyorlardı. 1983 yılında yolları ayrılan iki kardeşten Semih Sohtorik, kendi adına kurduğu şirketine Mar Transporter, Baltic Transporter, Ocean Transporter ve bir Fransız şirketiyle ortak daha başka gemiler satın alıyordu. Semih Sohtorik bu arada Deniz Ticaret Odası Yönetim Kurulu Başkanlığı görevine de getiriliyor, 1975 yılında evlendiği eşi Fatoş ve iki çocuğu ile armatörlüğünü sürdürüyordu Sejim Sohtorik ise, ablası Sevinç İnönü ile birlikte kurdukları şirketlerini büyütüyor, Rize’nin Şandıktaş köyünden çıkma Sohtorik ailesini, ikinci koldan genişletmeye çabalıyordu. Böylece dün takalarla denize açılan aile, dev gemilerin gölgesinde yaşamlarını üçüncü kuşak olarak sürdürüyorlar bugün…

Bundan sonrasını İlhan ağabey’den dinleyelim;

“1981 yılının 1 Eylül’ünde DB Deniz Nakliyatı’ndan emekli oldum.

M/V AQUATIK adlı tek gemilik bir şirkete 1500 dolar maaşla teknik müdür olarak işe başladım. Şirket 10 ay sonra gemiyi sattı ve başka bir gemi almak üzere patron Vedat Yelkenci (eski armatör Yelkencilerin torunu) ile gemi bakmaya Japonya’da Kobe şehrine gittik. Orada 10 gün kadar satılık gemileri dolaştık. Fakat şirket gemi almaktan vazgeçti ve ben de 10 aylık çalışma sonucu şirketten 1982 Haziran’ın da ayrıldım.

Ağustos ayında Sohtorik’lerde Mk. Enspektörü olarak işe başladım. Şirketin Genel Müdürü Erdoğan Orlu (Gv. 56), Teknik Müdürü de, Habib Kalkan’dı ( Mk.47).

Ana makinesinde bir sorun olan M/V Mar Transporter gemisine gönderildim. İspanya’nın kuzeyinde Bilbao yakınlarında bir limanda yükleme yapan 19184 DWT tonluk gemiye katıldım. Gemide iki Müh. Kemal Uğur (79 MK) ve okullu bir Baş Mühendis var ama ismini hatırlamıyorum.

Arıza şöyle: Makinaya havayı çakıyorsun, makine dönüyor ama gaza geçmiyor. Yukarda bosch pompa raklarının rak kollarını el ile iterek gaz verirse makine gaza geçiyor ve çalışıyor. Manevralar hep bu şekilde yapılmakta ve bu da büyük huzursuzluğa neden olmakta. Gemiyi Yunan’lılardan  teslim aldıkları limandan, 2 gün makinayı çalıştırıp denize açılamamışlar. Geminin tesliminden bir ay önce gemiye gönderilen baş mühendisten bu durum başarılı bir şekilde gizlenmiş; yalnız Yunan’lı kaptan gemiyi terk ederken bizim baş mühendise Bosch pompaların raklarını iterseniz makine daha rahat çalışır şeklinde bir laf etmiş. Neden sonra  bunu anımsayan baş mühendis, Yunanlı kaptanın dediğini uygulayarak makinenin çalışmasını sağlamış. Ve üç aydır bu koşullar altında manevra yaparak, gemiyi yürütmeyi sürdürüyorlar. Ben gemiye katıldığımda durum böyleydi.

2 gün sonra yükleme tamamlandı ve geminin millileşmesi için Bodrum Limanı’na hareket ettik.

Ben gerek ana makinenin, gerekse gavernörün kitaplarını inceleyerek ve mk. üzerinde çalışarak arızayı saptamaya çalışıyorum. Her şey normal görünüyordu. O zaman aklıma bir soru takıldı: Adamların yaptığını gavernörün power pistonun (pompaların rak kollarını hareket ettiren hidrolik piston) yapması gerekir diye düşündüm. Bu mantık ile power pistona giden basınçlı yağın iğne valfını bir miktar daha açarak, adamların yaptığını power pistona yaptırabileceğimi düşündüm. İğne valfın açıklığı 1/8 idi; ben biraz daha açarak 2/8 yaptım.

Orhan Kaptan’a (Orhan Çelik, Gv.61) “duralım da stop-start yaparak deneme yapalım” dedim. Cezayir açıklarında 5-6  kez stop start yaptık. Mk. gayet rahat, dışardan hiçbir yardım almadan çalıştı. Başta kaptan olmak üzere hepimiz çok sevindik ve  rahatladık, bir oh çektik. Durumu şirkete rapor ettik.

O sırada şirketten bir tel geldi: Tahliye limanının Bender Hümeyni olduğunu bildiriyordu. B. Hümeyni’ye giriş, Irak sınırının çok yakınındandı ve Irak-İran savaşı dolayısı ile bombalanma olasılığı vardı. Hepimizin çok canı sıkıldı bu habere.

Aslında tahliye limanı Bander Abbas idi. Orada gemiler çok uzun süre (2-3 ay gibi) demirde bekletiliyordu. Bu yüzden biz şimdiden önlem alarak, sularımızı kısıntılı kullanmağa başlamıştık. Herkes saçları kestirip dazlak olmuştu.

Geminin 1982 yılında İran’ın Bender Hümeyni limanına girerken Irak tarafından Bombalanması olayı:

Üç ay önce Yunanlılar’dan satın alınan gemi millileşmek üzere Bodrum limanına demirledi.

Millileşme işlemleri başladı. Bu arada gemiye atanan Kapt. Adnan Zor (Gv.54) geldi ve Orhan Kapt. (Gv.61) ayrıldı. Yani o paçayı kurtardı. Ayrıca Osman Şener (Mk. 78) stajyer 2. Müh. olarak gemiye katıldı. Bu arkadaş şirkette kısa bir süre çalışıp, askere gitmiş. Terhis olunca şirkete geri dönmüş. Bir süre sonra  2. Müh. Kemal Uğur izine ayrılınca  Osman Şener 2. Müh. olarak gemide kalacak. Şirketin yönergesi böyle.

Ben tlf. İle şirketi aradım: “Ana maine. sorunu çözüldü. Her şey normal. Herhalde benim de gemiden ayrılıp İstanbula dönmemi uygun bulacağınızı sanıyorum” dedim.

“Hayır, senin gemide sefere devam etmen gerek” dediler.

“Geminin mk. personeli tamam, geminin Baş Müh. de var. Bana ne gerek var artık” diye bir soru yönelttim.

“Sen ana makine  sorununu halletin, ama şimdi de yeni bir sorun var. Geminin  2. Müh.i, ki makineyi çok iyi biliyor, yeni gelen stajer 2.mühendisten mezuniyet bakımından daha küçük. Hiyerarşi ve gemiyi tanıma bakımından bu ters durum, aralarında sorun olma olasılığına karşı senin onların bir ağabeyi  olarak gemide sefere devam etmeni uygun gördük.”

“Anladım ama geminin zaten baş Müh.i var. İki Baş Müh. ile  mi seferi sürdüreceğiz?”

“Onu senin inisiyatifine bırakıyoruz; Baş. Müh. İster sefere devam etsin, istersen İstanbula gönder. Nasıl uygun görürsen öyle yap.” dediler.

Bu tehlikeli seferden paçayı sıyıramıyorum. Bu durumda çantayı alıp kendi özgür irademle gemiden çıkmak da işime gelmiyor. Şirketle  ters düşmek istemiyorum.

Son çare hanıma tlf. etmek. Babası düşüp ayağını kırdı ve yatalak durumda. Üstelik benim annem de hasta ve bakım gereksinimi var.  Yani hanım zor durumda. Belki benim  yardımımı ister umudu ile tlf.a sarıldım. Hanımın yanıtı umutlarımı hepten yıktı: “İlhan gelme, bize para gerek” dedi. “Gittiğim liman tehlikeli, bombalanmak olasılığı var” denmez ki.

Çaresiz ve umutsuz deniz kıyısına oturdum. Ayaklarımı denize doğru sarkıtarak kara kara düşünmeğe başladım. “Ulan İlhan eğer alnında ömrünün sonu yazılı ise buradan İstanbula giderken de o yazgı geçerlidir.” deyip, gemiye döndüm.

Şirket ile yaptığım tlf. görüşmesini  Baş Müh.e anlattım. O kendisi  ayrılmaya karar verdi ve gemiden çıktı.

Bodrum’dan kalkarak Port Said’e girdik. Bilindiği üzere Süveyş kanalında devamlı manevra yapılarak seyredilir. Pek ağır yolda ana mk. çok fazla seyirdim yaptığı dikkatimi çakti. Pek ağır yol 30 torna ama mk. 25ile 35 arası salınıyor. Ağır yolda bu salınım azalıyor, yarım yol ve uzeri tornalarda tamamen kayboluyor. Bunun nedeni gavernördeki iğne valfı çok az da olsa açmış olduğunundan olduğunu biliyorum. Seyirdimi yok etmek ya da çok azaltmak için iğne valfı kapatsam, o zaman da mk.ye,yine  canlı kişi müdahalesi gerekecek. Bu şekilde açık bıraksam rahatsız eden bir torna seyirdimi sürecek. Fakat şu gerçek bütün çıplaklığı ile ortaya çıktı ki, parmak bastığım iğne valf çözüm noktası değil, ama neresi?

Hadi bakalım yeni baştan kitapları karıştırmak, makinenin etrafında dolaşıp incelemeler yaparak başka bir püf noktası aramak üzere yeniden  işe koyuldum. Fazla uzun sürmadi; gavernörün arka taraflarında kuytu bir köşede anlam veremediğim bir düzenek dikkatimi çekti. Gavernörden tamamen ayrı olan bu düzenek 6-7 cm. çapında ve 10-15 sm. uzunluğundaydı. Üst tarafta iki ¼ yada 3/8 inç çaplı bakır borularla gavernöre, alttan da yine aynı çapta bir bakır boru ile 3 inçlik kalın bir boruya bağlandığını gördüm.

Bu boru ana mk.ye 30 atm basınçlı ilk hareket havası borusu idi. Süveyş kanalının uzun bekleyiş kanallarından birinde bu düzeneğe el attım. ilk hareket havası borusuna bağlı olan alt tarafın kapağını söktüm. Bir silindir ve içinde alt pozisyonda duran bir piston vardı. Piston köseledendi ve orası bütünü ile paslı olup, pistonu oynatmak olanaksızdı. O zaman pistonu 7-8 mm çapındaki piston rodundan ayırarak ve zor kullanarak paslı  köseleyi çıkardım . Yumuşaması için yağa yatırdım, silindirin pasını temizledim. Köseleyi iyice temizleyip iki geniş pulları ile piston spındılına bağladım.  Yaşlılar bilir: eskiden gaz ocakları vardı, onların kösele pistonları ile ocak ateşi arttırılırdı. Bu da aynı gaz ocağı pistonunun tıpkısı. Ben hiç bir gemide böylesine  çağdışı bir düzenek görmedim. Çalışma yöntemi de apaçık ortaya döküldü: Makineye giden ilk hareket havası bu kösele pistonu da yukarı itiyor , aynı piston roda bağlı üsteki hidrolik piston da gavernördeki power pistonu tetikliyerek  adam yardımı olmadan pompaların tam gaz vermesini sağlıyor. Böylece ilk harekette tam gaz da verilmiş oluyor.

Temizliği tamamladım,yerine takdım.Baktım mükemmel itiyor. Doğal olarak iğne valfı eski 1/8 konumuna getirdim. Makinenin seyirdimsiz çalışması da  sağlamış oldum.. Böylece biraz kurnazlığa dayanan ilk çözümden gerçek çözüme geçmiş oldum.

Gemi bize geçtikten sonra 3 ay sonra sorunu çözmüştük, zavallı Yunanlılar kimbilir kaç ay, ya da kaç yıl makineyi insan yardımı ile kullanmışlar?

Gemi Bodrum’dan kalktı, Süveyş kanalını, Kızıl denizi ve Umman denizini geçerek Hürmüz boğazında Bender Abbas limanına demirledi.

Biz burada 1-2 ay gibi uzun bir süre kalacağız sanıyordık. Fakat ertesi gün  oluşturulan 10-15 gemilik bir konvoya katılmak üzere bizi kuzeydeki Buşehr’e çağırdılar.

Konvoy gemilerinin kaptanları ile  Buşehr’de askeri birimlerle bir toplantı yapıldı. Konvoy B. Hümeyni’ye girerken gemi sırası ve uyulması istenen bir takım yönergelerle kaptanlar gemilerine döndüler. Bizim sıramızın konvoyun başında ilk gemi olduğunu öğrendik. Öbür yönergeler şöyle sıranmıştı:

1- Sabah 07.00’da konvoy haraket edcek.

2- B. Hümeyni su yoluna girince makinalara tam yol verilecek ve son kontroller yapılıp mk. dairesi terk edilecek.

3- İskeledeki yağ ve yakıt tankları boş bulundurulacak.

4-Sancakta bir kapı dışında mk. dairesinin bütün kapı ve kaportaları kapalı ve kilitli olacak.

5- Gemi personeli kişisel cüzdanları yanlarına almış ve can yeleklerini giymiş olarak geminin sancak tarafında güvertede olacaklar.

6- Sancaktaki can filikaları güverte hizasına binilmeğe hazır durumda indirilmiş olacak.

7- Geminin telsiz dairesi kapalı ve kilitli, gemi VHF’i kapalı olacak.

8- Gemiye VHF ile bir astsubay gönderilecek.

Planlanan kalkış sabahı öncesi gece yarısı jeneratörlerimizde oluşan (şimdi anımsayamadığım) bir sorun nedeni ile gemi 1-2 saat kadar atıl durunda(dead ship) kaldı. ( Keşke sorunu gideremeseydik.)

3 eylül sabah saat 07.00’da Allah selamet versin deyip demir aldık.

Ben, 2. Müh. Kemal ve Elektrik Zb. Kontrol odasında istenen torna ile makinemizi çalıştırdık ve yola koyulduk. Saat 07.20 de Köprü üstünden  gelen bir tlf. ile limana girmekten vazgeçildiği ve geri dönüşe geçildiği bilgisi verildi.  Limana giriyoruz diye açmış olduğumuz suları kısıtlama maksadıyle yeniden kapamamız istendi. Kemal yağcı Bilal’e kontrol odasından işaretle suları kapamasını söyledi. Yağcı mk. dairesinin alt katına indi.  Ben de mk. dairesinden yukarı güverteye çıkmak üzere kontrol odasını terk ettim. Elk. Zbt. de benimle beraber geldi. Merdivenlenlerden çıkarken denize ilk kez çıkan sanat okulu mezunu silici  aşağı iniyordu. Üzerinde benim verdiğim gri tulum vardı. Nereye gidiyorsun diye sordum. Bilal ağabeyin yanına diye yanıtladı. Bunların Mk. dairesinde bulunmaları beni huzursuz ediyordu ama Mk. dairesinin mi, güvertenin mi daha güvenli olduğu konusunda hiç bir fikrimiz olmadığı için siliceye “inme, güverteye çık”  lafı dilimin ucuna gelmesine karşın söyleyemedim.  Kontrol odasından çıkarken Kemal’e “Sen de fazla oyalanma, yukarı gel  bakalım ne oluyor?” dedim. Saçma bir öneri; halbuki manevra durumundayız, makine adamsız bırakılır mı? Bilinç altındaki “son kontrolleri yapıp güverteye çıkın” yönergesinin etkisi olsa gerek. Ama tehlikeli bölgeye girmiyoruz ki, dönüyoruz. O halde artık tehlike yok mu acaba? Mk.dairesindekiler yukardakiler gibi hiç bir şeyi görmediklerinden ve hiç bir şeyden haberleri olmadıkları için sağlıklı bir mantık ile  doğru yolu bulmakta haliyle zorlanıyorlar. Yani tam bir şaşkınlık.

Zabitan katının sancak güvertesine çıktık. Aynı güvertenin kıç tarafında da müretebat can yelekleri üstlerinde toplu halde duruyorlardı.

İşte tam bu sırada bir gümbürtü koptu ve bizler kendimizi yerlerde bulduk.  Patlamanın etkisi ile mi biz yere çakıldık, korkudan mı kendimizi yere attık? Bu güne kadar hala çözemediğim bir sorudur?

Geminin vurulduğu an

Patlamanın sersemliği geçince “eyvah Kemal aşağıda kaldı deyip, geldiğim yoldan geriye fırladım. Zabitan yaşam bölümüne daldım. Hemen solda mürettebat katına inen merdivenlere yöneldim. O sırada yukarı kata çıkan merdivenin yanındaki Mk.perdesi parçalanmış, mk. dairesinin içinde kalın bir alev sütunu gördüm. Mürettebat sahanlığına indim. Dumandan göz gözü görmüyordu. El feneri ışığı dumanın içinde kayboluyor ve hiç bir işe yaramıyordu. Ancak yere bakınca aşağılarda duman seyrekleştiği için yerleri görebiliyordum. Kamaraların kapıları yerlerinden kopmuş, kamaraların içindeki bütün eşyalar sahanlığa fırlatılmış olup yürümeği zorlaştırıyordu. Bu mezbeliği aşağıdaki fotoğrafta görmek olanaklı.

İndiğim merdivenden kıçtaki mk. kaportaasına kadar  20 metre kadar mesafeyi güç bela yürüyerek mk. kaportasına ulaştım.

Geminin yaşam mahallinin hali

Kemal oradaydı. Kaporta eşiğinin iç tarafındaki 3-4 basamak merdivenin üzerine yığılmış,Kolları ve başı kaporta eşiğinin dışında, vücudu mk. dairesinde içerdeydi ve bayımıştı. Dışarı almak için Koltuk altlarından tutup çektim. Hem ağır hem yer biçimsizdi. Çok az çekebildim. O sırada hızır gibi bir gemici yanımda belirdi. (Herhalde gece vardiyası tutan ve sabah uykudayken patlama ile uyanıp kendisine gelince bizi görmüş olsa gerek)

İkimiz beraber   Kemal’i makineden sahanlığa aldık. Yangın mk.dairesinin baş tarafındaydı, burası kıç taraf olduğundan sade yangının dumanı vardı.  Sürükleyerek Kemal’i güverteye çıkardık. Sürülerken Kemal’in başı aşağıda dumansız yerde olduğundan  biraz daha temiz hava soluyunca kendine geldi ve hava hava hava diye inlemeğe başladı. Güverteye çıkarıp yatırdık. Taze ve temiz havayı soluyunca iyice kendine geldi. Gözlerinin çok yandığını ve  göremediğini söyledi .

Gemici Ali bütün mürettebatın toplandığı sancak güvertenin kıç tarafındaki kaportanın önündeki tek basamakta oturuyormuş. Kaporta mandallarla sıkı bir şekilde kapalı olmadığı için bombanın patlaması ile oluşan yüksek hava basıncı ile kaynaşık duran çelik kaporta kapısı şiddetli bir şekilde açılıyor, gemiciyi arkadan vurup ileri  fırlatınca gemicinin alnı şiddetle küpeşteye çarpıyor.  Gemici Ali anında kendinden geçip bayılmış.

Yağcı Bilal ile silici bombanın tam patladığı yerdeydiler.  Siliciye aşağıya inme yukarı çık demediğim ve “şimdi suları kapatmanın sırası mı?” düşüncesi kafamdan geçtiği halde etkin davranmadığım için halen kendimi çok çok şuçluyorum.

Yaralı gemici ile Kemal’i filikaya taşıdık, sonra hepimizhepimiz doluşup sandalı denize indirdik. Oldukça geminin uzağında olan öbür filika daha önce denize indirilip gemiden uzaklaşmışlar. İçinde sadece ya 4 ya da 5 kişi vardı. Bu düzensizlik nasıl oldu hala anlamış değilim.

Gemiye atılan ilk bombadan sonra ikinci bir bomba da 1-2 dakika sonra iğnecikten yani tam kıçtan giriyor. Üçüncü bir bomba gelir de bütün gemiyi havaya uçurur korkusuyla bu 3-5 uyanık can korkusu ile filikaya atlayıp gemiden acele uzaklaşmış olduklarını sanıyorum. Denizciliğe hiç yakışmıyan bir davranıştı.

 

Havada bir helikopter öbür sandaldan bir kişiyi tel halatla yukarı çektnğini gördük.  Ama  o kişi helikoptere ulaşamadan 20-25 metreden  düştü.Allahtan sandalın içine değil denize düştü. Ama deniz de pek güvenli sayılmaz. Bilindiği üzere o denizler köpek balığı ile kaynar. Neyse ki bir vukuat olmadan o kişi filikaya  dönebildi. Sonradan o kişi ile konuştum. Kamarotmuş. Neden düştün diye sordum. “ helikopter tepemize geldi. Ucunda bir demir halka olan tel alatı aşağıya sarkıttı. Helikopterin şiddetli rüzgarından olsa gerek halka bir o yana bir bu yana sallanmasın diye  halkayı tuttum. O sırada helikopter beni yukarı çekmeğe başladı. Rüzgarın şiddeti ile savrulan su çırpıntıları yüzünden hem demir halka ,hem de benim ellerim sırılsıklam ıslanmıştı.Çekme de sarsıntılı olduğundan halka ellerimin arasından kaydı ve ben düştüm.

Dostlar alışverişte görsün. Akıl işte. Pilotun niyeti tek tek hepimizi çekerek helikoptere doldurmaktı galiba; hem halikopterin kapasitesi 32 adamı yüklemek için yeterli değil hem de bir saat mesafede bir hucum botun bize doğru gelmekte olduğunu biz değil ama pilot biliyor ve görüyor olması gerek.Nitekim hucumbot geldi ve hepimizi gemisine aldı.

Geminin yaşam mahalli tamamen yanmış halde

Geminin vurulduktan sonraki hali

Gemiye atılan ilk bombadan sonra ikinci bir bomba da 1-2 dakika sonra iğnecikten yani tam kıçtan giriyor

Bot bizi karaya ulaştıramadan  herhalde beyin kanaması geçiren gemici Ali rahmetli oldu.

Buşehr’de bizi bir yatakhaneye götürdüler. Kot kumaşından yapılmış birer gömlek verdiler. 2. Müh. Kemal için patates istedik. Kesip yaşaran ve yanan gözlerine koyduk. Biraz rahatladı. Orada yataklara uzanıp bir kaç saat dinlendik.

Sonra bir pırpır uçakla Tahran’da Selamet (Hilton) oteline bizi yerleştirdiler. Aillelerimizle konuşmak için hepimiz telefonlara kayıt yaptırdık. Başkalarını anımsamıyorum ama gece 11e kadar ben eve bağlanamadım. Bütün günün heyecanı, yaşadığımız olayların stresi ve  yorgunluk beni yatağa sürüledi. Henüz uykuya dalmıştım ki telefon çaldı.Benim kaydımın telefonu sandım. Oysa hanım İstanbul’u altüst etmiş, İstanbul’daki Hilton oteli kanalı ile bana ulaşmaya başarmış.

Çok heyecanlı, endişeli ve korku yüklü bir ses:

“İlhan iyi misin? Yaralı mısın? Neyin var bana doğruyu söyle.”

“Hiç bir şeyim yok, karıcığım.”

Uyku sersemliği, günün yorgunluğu ve yaşadığımız olayların etkisi ile sesimin boğuk çıktığının farkına varıyorum ama , Hanımın endişesi daha da arttı.

“Söyle bakayım elin, kolun, bacağın ayağın yerinde mi? Yaralı mısın? Yaralıysan yaralarına bakıldı mı?”

İyi olduğuma, yaralı olmadığıma her tarafımın sağlam olduğuna çok zor da olsa inandırmağa çalıştım. Sonradan öğrendim ki, yarım yamalak bana inanmış ama telefonu kapayınca endişeli düşünceler kafasında yine cirit atmağa başlıyormuş. Yani beni gözleri ile görünceye kadar bu endişelerden kendisini kurtaramamış.

Şirket hemen bir uçak kiralayıp bizi aldırtmak istedi. Ama Humeyni hükümeti biz misafirlerimizi uçakla İstanbul’a gönderecegiz diyerek, şirketin önerisini geri çevirdiler.

Otelde bir hafta kaldık. Bir türlü memleketimize dönemiyoruz. Ailelerimizin  ve bizim endişeli ve sabırsız bekleyişimiz bir türlü sonlanmıyordu. Acenta ve sekreteri otele gelip neden dönüş yapılamadığını açıkladı: “İran’a bizim girişimiz olmadığı için çıkış işlemleri yapılamıyormuş. Acenta bunun için büyük uğraş veriyormuş.” (Helikopterin bizi tek tek toplatarak kurtarma niyeti gibi bu da ikinci bir saçmalık.) Şu işe bakın: evimize bir an önce kavuşmamız için bize uçak verme sözü olan Hümeyni iktidarı  bize bir haftadır çıkış veremiyor!!!! Acentanın sekreter hanımı da bizi rahatlatmak için “ canım niye acele ediyorsunuz, Tahran güzel ve eğlencesi bol bir şehir. Gezin, dolaşın eylenin; hatta burada bir saatline nikah yapıp evlenmek de olağan” demez mi?

Dam üzerinde saksağan vur beline kazmayı!!!!!!

Yine de sekreter hanımın iyi niyetini teslim etmek gerek.

Sonunda bize Hümeyni hükümeti uçak değil ama külüstür bir otobüs ayarladı. Yine de allah razı olsun; Yoksa orada bir kaç ay da kalmak olabilirdi. Otobüse doluştuk. Galiba yolculuk, 30 saat kadar sürdü. Sınırı nasıl geçtiğimizi hiç anımsamıyorum. Yalnız gece bir yerlerde durduk. Muavin ile şoför otobüsün altında bir şeyler yaptılar. Erzurum girişinde bir yerde galiba emniyetten bir kaç sivil memur bizi otobüsten indirip bir Türk otobüsüne   bindirdiler. Erzurum’da bir otele götürüldük. Otobüsten otele girişimiz de ayrı bir komedi: Otobüsten otele kadar polislerden bir koridor yapılmış ve biz o koridorun içinden hiç bir kimse ile ilişki kurma olanağı verilmeden otele alındık.

Neyse bir gece otelde kaldık. Ertesi gün yine aynı polis kontrolunde hava alanına götürüldük. THY’nın Erzurum-Ankara-İstanbul seferini yapan tarifeli uçağına bindik. Böylece vatandaşlarımızla ilişki kurma özgürlüğünü de bize lütfetmiş oldular. Artık biz azılı Eşkıya değil onurlu Türk vatandaşıydık.

Atatürk Hava Limanında bizi başta eşlerimiz, çocuklarımız olmak üzere, şirketten birkaç yetkili ve büyük bir gazeteci gurubu karşıladı.

Sulanan gözler, sarılışlar , öpüşmeler  ile sağ salim kavuşmanın mutluluğunu yaşadık. Bu arada basın da sonlanan hasretimizin bol bol fotoğraflarını çekti.

**********

Yukarda anlatılanlar benim gördüğüm ve yaşadığım olaylar dizisiydi.  Bütün bunların bir de perde arkası vardı. Gerek yaşadıklarımızı aramızda bol bol birbirimize anlatarak, gerek benim hücum bot kaptanı ile yaptığım konuşmalar ile edindiğim bilgiler ışığında aşağıda anlatacağım olgular biçimlendi.

Fransız yapımı bu roketler ile bombalanan biz yedinci gemiydik. Bu roketlerden iki adet yükleyen helikopter belli bir yükseklikten, bir ya  da iki dakika ara ile roketleri ateşleniyor. Su yüzüne 1,5 metre yükseklikten hedefine doğru seyrediyor.  Isıya odaklanmış oldukları için bir geminin makine dairesine girerek orada patlıyor.

Bu bilgi ve geminin dışında görünen roket giriş yerleri dikkate alınarak şu cıkarsamayı yapmak olası: Tahliye limanının su yoluna girerken 20 mil (öyle diyorlar) batıda bir Irak helikopterinin havalandığını köprü üstündekiler görüyorlar. Bunun ne anlama geldiğini  sadece gemiye görevli olarak gelen astsubay ve pilot  biliyor. Yani kesin ateş edilecek. Çünkü bizden önceki altı gemiye de bu şekilde ateş edilmiş.  Astsubay bunu kesinlikle bildiği için büyük bir korku ve telaşla “Kaptan dönelim, ateş edecekler” diyor. (Kaptanın sonradan bana anlattı. Astsubayın koyu esmer olan benzi gitmiş yerine  korku dolu sapsarı bir surat gelmiş.)

Zaten su yoluna giriş için sancak dönüşünde olan gemi geri kaçış için sancak dönüşünü sürdürüyor. Bir geminin roketten kaçısı da ancak bu kadar olur!!!

Roket helikopterden ateşlendiğinde bunun kesinlikle  makine dairesine grip orada patlayacağını köprüüstünde iki kişi biliyor: İranlı astsubay ve  pilot.

Limana girmeme kararı gemiyi roketten kurtarmaz ama, anında makine dairesine astsubay telefon edip “Çok çok  ivedi makine dairesini terk edin, aşağıda kimse kalmasın” demeyi akıl edebilseydi , makinede iki kişinin ölmesini kesinlikle önlerdi. Çok çok yazık oldu.

İlk atılan roket iskele kıç omuzluktan gemiye girmiş, boş olan 6 numaralı tankın içinden geçmiş, kontrol odasının altından ana mk. 1 sayılı silindirinde patlamış. O anda 2. Müh.  buz dolabından bir kola alıp içme nedeni ile oyalanınca ölümden kurtuldu. Çünkü kontrol odası patlamanın yarattığı yüksek hava basıncı gibi etkilere karşı korunaklı bir yapısı 2. Müh. sağ kalmasını sağladığını sanıyorum.

Gemi dönüşünü sürdürdüğü için ikinci roket gemiyi tam iğnecikten buldu. Geminin kıçı  çok sağlam bir yapısı plduğundan roket fazla içeri giremeden patlayarak geminin kıçını lale gibi açamış, parçalamıştı.

**********

Basında çıkan yanlış haberlerin doğruları:

Gazetelerde çıkan haberleri ince ayrıntılarına kadar o zaman okumamıştım, 39 yıl sonra şimdi okudum, ağzım bir karış açık kaldı:

Yağmur gibi yağan roketler bir çok gemiyi vurmuş ve batırmış. Ortalık cehenneme dönmüş, göz gözü görmüyormuş, denize saçılan insanları dev dalgalar arasından İran Deniz Kuvvetleri gemileri toplamış.

Bunlarun hiç biri olmadı. Gerek gemideyken, gerekse sandallarımıza binip gemiden uzaklaştığımızda  yanmakta olan bizim gemiden başka bir gemi yoktu denizde. Deniz çok sakindi. Öbür sandalın üstüne giden heliopterden başka hiç bir askeri vasıta ortalıkta görünmüyordu. Helikopterin beceriksizce denize düşürdüğü kamarottan başka hiç kimsenin ayağının baş parmağı bile ıslanmadı. Başarısız kurtarma girişiminden sonra helikopter de gök yüzünden kayboldu. Deniz üzerinde dumanlar çıkaran gemimiz ve içinde bulunduğumuz iki sandal dışında herhangi bir deniz aracı görünmüyordu.Sahi bizim konvoy neredeydi ki? Konvoyun 3. gemisi bizim şirketin M/V MED TRANSPORTER adlı gemi de yoktu ortalıkta. Hadi diyelim bende bir bakış hatası vardı, ama gemi telsizcisinin çektiği geniş ufuklu fotoğraflarda bile ne bir gemi ne bir sandal görünmüyor. Bizi korumakla görevlendirilmiş olan hucum botunun 20 mil batımızda olduğunu öğrendik . Nitekim bizi gelip alması bir saat gibi uzun bir süre aldı. Ben asker değilim ama bizi korumakla görevlendirilmiş hucumbot niye bizim yanımızda değildi? Ve Irak üssünden havalanan helikopteri roketlerini ateşleme fırsatı bulmadan onu düşürmek girişiminde bulunsaydı belki bizim gemi bombalanmaktan kurtulurdu diye düşünüyorum. Bir konu daha hep kafamı kurcalayıp durdu: Acaba bizim gemi kobay olarak mı kullanıldı?

İlhan ağabey anlatmaya devam ediyor

Eve döndükten birkaç gün sonra,zannediyorum ışıkta yanlış geçtim herhalde. Polis çevirdi. Ceza yazacak. Hiç unutmuyorum, hanım elinde Hürriyet gazetesi ile arabadan dışarı fırladı, polise bizim gazetede çıkan bombalanma yazısını ve fotografları göstererek, “kocamın gemisi  bir hafta önce Irak’ta bombalandı. Kıl payı ölümden döndü. Siz de ceza yazmağa kalkıyorsunuz”diyerek  karşı çıktı. Polis ceza yazmadı.

Biraz dinlendikten sonra,tekrar şirkete döndük . Sonra beni başka bir gemiye verdiler.Gemiyi galiba Varna’da  yükledik, Kumkapı’ya geldik. Demirledik. Bu geminin de boşaltma limanının aynı Bender Humeyni olduğunu öğrenince ben gitmiyorum dedim ve istifa ettim.”

MV Mar Transporter gemisinin daha sonra ne olduğunu merak edenleriniz olacaktır:

“İran ,Geminin demirini dinamitle patlatıyor ve gemiyi çekip baştan kara yaparak,yükünü boşaltıyor. Sonra da gemiyi hurdaya veriyorlar.

İran-Irak savaşını,Merak edenler için,İstanbul Üniversitesi’nde Zafer YILDIRIM’ın doktara tezini ,Internetten indirerek okumalarını tavsiye ederim.

Allah selamet versin,

A.İlkerMEŞE

 

 T.C.

İstanbul Üniversitesi

Sosyal Bilimler Enstitüsü

Uluslararası İlişkiler Anabilim Dalı

Doktora Tezi

TÜRK BASININDA İRAN-IRAK SAVAŞI

Zafer Yıldırım

2502960071

Tez Danışmanı

Prof.Dr. Faruk Sönmezoğlu

İstanbul – 2005

ÖZ

Bu çalışmanın amacı İran-Irak Savaşı’nın Türk basınına nasıl yansıdığını açıklayabilmektir. Basın kamuoyunun şekillenmesinde önemli rol oynamaktadır. Savaş Türk basınında farklı kriterler içerisinde yorumlanmıştır. Savaşın basında yer alışında etkili olan kriterlerden ilki, basındaki siyasi eğilim farklılıklarıdır. Savaşın ilk dört yılında “sağ” basın Irak’a, “sol” basın ise İran’a daha yakın bir tutum sergilemiştir. Savaşın basında yer alışında belirleyici olan ikinci kriter ise, savaşın insani ve ekonomik açıdan maliyeti olmuştur. Savaşın ikinci dört yılında ise bir takım vurgu farklılıklarına karşın savaşa ilişkin bir oydaşı görülmüş ve savaş “anlamsız” olarak yorumlanmıştır. Üçüncü belirleyici kriter ise savaşın Türkiye’nin çıkarlarını ilgilendiren boyutu olmuştur. Kuzey Irak’a yönelik İran saldırıları başta olmak üzere Körfez’de Türk tankerlerine yönelik saldırılar ve Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik operasyonları, basında “milli menfaatler”etrafında birleşilmesine neden olmuştur.

ABSTRACT

The purpose of this study is not to describe the war but to scrutinise how the Iran-Iraq War was reflected to the Turkish public. Media, particularly Turkish press interpreted the war by employing several criteria. The first criterion concerning war coverage of Turkish press was the differences of its political leanings. During the first four-year of the war, especially first two years, the “rightist” media leaned towards Iraq while the “leftists” appeared more sympathetic to Iran. The second criterion employed, was the human and the economic cost of the war. Throughout the second four-year-period of the war, the media seemed to reach a consensus on the war being “meaningless”, saving the differences in emphasis. The third defining criterion was the general interests of Turkey. The harassment of Turkish oil tankers, Turkey’s military operations in Northern-Iraq and especially Iranian offensives against Northern-Iraq played a major role in uniting the media around “national interests”.

II

ÖNSÖZ

Tez çalışmama üç yıl önce “Türkiye’nin İran-Irak Savaşı’na Yönelik Dış Politikası” konusuyla başlamıştım. Türk Dışişleri Bakanlığı’nın resmi olarak “görülebilir” olan belgelerinin “vatandaşa görülemez” olması dolayısıyla tez konumda düzeltme yapmak zorunda kaldım.

Çalışmanın başlangıcında yaşadığım olumsuzluklara rağmen tez çalışmamın farklı aşamalarında yaptıkları yardımlarla doktora tezimin zenginleşmesine büyük katkıları olan kişiler de olmuştur.

Çalışmamın her aşamasında görüş ve önerileriyle çalışmanın oluşmasına önemli katkısı olan hocam Prof. Dr. Faruk Sönmezoğlu’na teşekkür ederim. Çalışmama öneri ve katkılarıyla yön veren hocam Doç. Dr. Birsen Örs ve Yrd. Doç. Dr. Levent Ürer’e teşekkür ederim.

Tezimin bazı bölümlerinin hazırlanmasında unutulmaz katkılar sağlayan abim Bekir Lütfi ve ablam Sevgi’ye özellikle teşekkür etmek isterim.

Çalışmamda yaptıkları düzeltmelerle tezimin gelişmesine yardımcı olan arkadaşlarım başta Doğan olmak üzere Zeynep, Sevgi, Erhan ve Görkem’e teşekkürü bir borç bilirim. Çalışmamın iki bölümünde kullandığım gazetelerden faydalanmamı sağlayan Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdür Yardımcısı Süheyla hanıma, Gazete Bölüm Şefi Mihriban hanıma, binlerce sayfa gazeteyi çıkartarak çalışmamın hızlanmasına yardımcı olan Hasan beye de ayrıca teşekkür ederim.


Bunları da beğenebilirsin