Denizcinin anasayfası

Kırmızı bilet

O sabah Urla’daki kır evimizde denizcilik günlerimden kalan eşyalarımın bulunduğu odaya girdim. Çok sevdiğim mavi renkli karton kutuyu açtım.

Amacım denizci geçmişime yolculuktu. Biraz sonra odaya torunum Kemal girdi. Elimde ise kırmızı renkli bir otobüs bileti vardı. Bilet Pamukkale firmasına aitti. Üzerinde el yazısı ile 11 Ağustos 1987 yazıyordu. Bilete uzun uzun baktığımı gören Kemal “Dedeciğim bu bileti neden sakladın? diye sordu. Meraklı torunum yine sorusunu sormuştu. Ona “gel yanıma otur, anlatayım” dedim. “Sene 1987, İzmir’den Pamukkale otobüsü ile İstanbul’a hareket ettim. Otobüste bir hayli sigara tiryakisi olduğu için dumandan çok rahatsız oldum. Yanımda oturan meraklı yolcunun sorularına yalan-yanlış cevaplar vererek sonunda Harem’e geldik. Kendimi otobüsten hemen dışarı attım, adeta yeniden doğmuştum, uzun uzun nefes aldım. Zaten küçük bir çanta vardı yanımda. Karnım da çok acıkmıştı, en yakın çay ocağına attım kendimi. Birkaç poğaça ve sıcak çay çok iyi geldi. Boğazın keskin rüzgarlarıyla sabah mahmurluğum uçuverdi.

İzmir’de Pasaport’ta gemilere sefer yapan bir motorda çalışıyordum. Teknenin adı “Savaş’tı”. Orada çalıştığım birkaç ay içinde birçok gemiciyle tanıştım. Çoğu bana “sen gençsin buralarda kendini harcama, Karaköy’deki gemici kahvehanesine git, orada gemilerde iş bulur, liman liman Dünya’yı gezer, hayatını yaşarsın” demişlerdi. Kafama yattı bu fikir. O akşam motor sahibine fikrimi söyledim, o da beni anladı, “tamam evlat bak keyfine, yolun açık olsun” dedi. O akşam Basmane Çorakkapı camisinin karşısında kaldığım bekar odaları ile ünlü olan üçüncü sınıf otelime uçarak gittim. Küçük çantamın cebinde gemi adamı cüzdanımı buldum, yanındaki sağlık raporuna baktım, bitmesine daha bir yıl vardı. Sadece polis vizem eksikti, onu da ertesi gün Alsancak limanı Deniz Polisinde yaptırarak akşama yola koyuldum. O zamanlar denizde güvenlik belgeleri yoktu.

Ailem Karadeniz’de, İzmir’e geleli birkaç yıl oldu. Ancak İzmir’de aradığımı bulamadım. Neyse gelelim İstanbul’a. Harem’den arabalı vapura bindim, yirmi-yirmi beş dakika sonra Sirkeci’deydim. Boğazda yanımızdan geçen kosterlere kuru yük gemilerine, tankerlere, yolcu motorlarına özlemle baktım. Kendimi her geminin ve teknenin personeli olarak görüyordum. Kimisinde kaptan, kimisinde gemici, kimisinde miço oluyordum. O an o gemilerde olmayı o kadar istedim ki anlatamam. Hatta bir kum kosteri vapura o kadar yakın geçti ki baştaki miçoyu gördüm. Ona el salladım, miço önce ne olduğunu anlayamadı, sonra bu Karadenizli uşak selamımı aldı. Vapurumuz Sirkeci’ye doğru süzüldü ve ardından yanaştı.

Bu vapur kaptanları ne kadar da güzel manevra yapıyormuş orada gördüm. İçimden dua ettim, inşallah ben de bir gün o köprü üstünde olurum diye. İskeleden Karaköy’e yürüdüm, geçtiğim köprü sabah saatleri bile cıvıl cıvıldı. Demek meşhur İstanbul buymuş. Manzarayı içime çeke çeke karşı kıyıya vardım. O zaman İstanbul Liman Başkanlığı vapur iskelesinin karşısındaydı, oraya ürkek adımlarla yaklaştım. Ne de olsa İstanbul burası, belli olmaz. Kapının önünde saçı sakalına karışmış, ellili yaşlarda, bıyıkları sigaradan sarılaşmış, üzerinde lacivert bir denizci paltosu olan kısa boylu birini gördüm. O, benim buralara yabancı olduğumu anladı. Bana “limanda kağıt işin mi var?” diye sordu, meğerse bu kişi denizcilerin evraklarını yaparmış. İşiniz acele ise, aracı işinizi o gün halledermiş, tabii ki ücreti mukabilinde. Ona limanda işim olmadığını, Karaköy Gemici kahvehanesinin yerini sordum.

O zaman iş aradığımı anladı. Bana sabırla kahvehanenin yerini tarif etti. “Benim adım Yücel, Kahveci Behçet’e selamımı söyle” dedi. İşe bak, kahveye giderken bir torpilim olmuştu. Acele adımlarla Karaköy Gemici Kahvehanesine yöneldim. O zamanlar Tophane rıhtımı yolcu vapurlarla dolu olurdu. Biri kalkar, biri yanaşırdı. O çok sevdiğim kalın, nağmeli düdüklerini duymak ruhuma çok iyi geldi. Koskoca İstanbul’da yalnız olmadığımı hissettim. Kahvehaneyi kolayca buldum. Çay ocağının başında omuzunda küçük bir havlu olan ve arkası bana dönük kişi Behçet olmalıydı. Bardakları sıcak su ile yıkıyordu. “Merhaba” dedim, o da bana dönerek “Buyur delikanlı” dedi tok sesiyle. Ona Yücel Ağabeyin selamını söyledim. “Aracı Yücel mi?” dedi. “Evet” deyince “gel otur” dedi. Oturdum bir masaya, sıcak çayımı ve yanında küçük bir poğaça getirdi.

İçimden Yücel Ağabeyin burada kredisi var dedim. Kahvehaneyi, geceyi dışarıda, orada burada geçirmiş, uykusuz, tıraşları gelmiş denizciler doldurmuştu. Çoğunun yaşları geçmişti. Güçten düşmüş ama bir şekilde gemide çalışmaya muhtaç kişilerdi bunlar. Sonradan bunların bazılarına “küpeşteci” (kısa süre gemide çalışan) dendiğini öğrendim. Saatler ilerledi, ara sıra kahvehaneye simsarlar geliyor, “usta gemici yok mu?” diye bağırıyorlardı. Öğlene doğru, güneş iyice yükseldi, Ağustos sıcağı her yeri basmaya başlamıştı. Yücel Ağabey boş olduğunda ona gemilerde iş bulmayla ilgili sorular soruyordum. O da vakit buldukça bana cevaplar veriyordu.

Kahveye uğrayan simsarların sayısı artmıştı, tabii denizcilerin de. Yeşil çuhalı bir masa bulunuyor, çaylar söyleniyor, kısmetler bekleniyordu. Simsarların gemici, usta gemici, yağcı, silici, arayan bağrışmaları kahveyi tamamen doldurmaya başladı. Kahvehanenin içinde bu sözler uçuşuyordu. Öğlen oldu, ortamı izliyor, ne olduğunu kavramaya çalışıyordum.

Öğlen Marmara Adalı, adının Sabri olduğunu öğrendiğim bir denizci kahveye geldi. Deniz Nakliyat’ta çalışıyormuş. Selam verdi, masama oturdu. Çok konuşkan birisi, görevi fenercilikmiş. Anlamını bilmiyordum meğerse güverte lostromosunun yardımcısıymış. Kısa sürede samimi olduk, laf lafı açtı. Benim yeni olduğumu anlayınca biraz da mesleği tanıtmak için, bana yaptığı bir seferden bölümler anlattı. Fenerci Sabri kırklı yaşlarda, hareketli, zayıf, kıvırcık saçlı, Karadenizli bir uşak. Deniz Nakliyat’ın Bursa gemisinde çalışıyormuş o yıllarda. Gemiye Göcek’ten katılmışlar. Şöyle devam etti Fenerci Sabri “Gemimiz şaltere (charter) bağlanmıştı. Göcek’te otuz üç kişi gemiye katıldık. Gemide eski çalışanları, bir hayli uzun süre gemide bulunduklarından, son aylarda gemide bakım tutumu bırakmışlardı. Biz işe balans (balast) ve davul botum ( double bottom) tanklarından başladık. Göcek’ten yüklediğimiz madeni İsveç’in bir limanına götürdük. Çok zaman oldu, şimdi adı aklıma gelmiyor.

Özellikle Kuzey Denizi gökyüzünü Bengay körfezi ( Bengal Körfezi) gökyüzüne çok benzetmiştim. Daima kapalıydı. Limanın şehrinde gördüğüm sarışın kızları halen hatırlarım. Hele zimenhaus (Seamen House) daki afeti hiç unutmuyorum. Neyse, sonra Line botlara ( lifeboat) geçtik. Son seferde Piskaya’da ( Biscay Körfezi) gemi çok hava yemişti. İçimiz dışımıza çıkmıştı. Papazın fenerini ( Cabo de Sao Vicente) zar zor bulduk. Buraya gelmeden önce, makine arıza yapınca Porto limanına girmek zorunda kaldık. Şirket bize döviz yollamıştı, kısa bir sürede olsa vardiyalı olarak dışarı çıkmıştık.

Hatta orada peçetalarımızı (pezeta) bozdurduk. Gemi limana yanaşınca Kostüm (customs) gemiye gelir gelmez evrakları inceledikten sonra gemiyi sıkı bir aramadan geçirdi. Ancak gemide yasadışı bir şey bulamadılar. Gemimizin makinesi onarıldı, sefere kaldığımız yerden devam ettik. Ancak Okyanus kıyısı olduğu için, Sibeller (sweller) bizi çok rahatsız etti. Bir sabah çift (chief officer) bamtransın (bow thruster) bakımını yapacağımızı emretti. Kısa sürede el birliği ile bakımını yaptık. Dördüncü kaptan da Marmara Adalı olduğu için ara sıra köprü üstüne çıkardım.

Ama Süvari Bey orada ise hemen geri dönerdim. Öyle şimdiki gibi Süvari Beyin kamarasının önünden geçme adeti yoktu, köprü üstüne dışardan gelmek gerekliydi. O akşam bir bardak çay çıkardım efendi kaptana. Biraz sohbet ettik, bir çeyrek saat sonra diyecekten (Vhf) bir yardım çağrısı duyduk. Süvari Beyin Köprü üstüne geleceğini düşünerek hemen toz oldum. Ertesi sabah baş üstüne gittim, reisimiz boya yapacağımızı söylemişti. Geminin baş üstünden bafa (bulb) baktığımda, orada biletsiz bir yolcu gördüm. Bu yolcu bir deniz kuşuydu. Derken günler sonra bahçeden (Gibraltar) içeri girdik.

Cezayir sahilleri her zamanki gibi sallantılıydı. Diyecek ( vhf) geveze İtalyanların konuşmaları ile dolmuştu. Sicilya sahillerine yakın geçerken, televizyonların başına üşüştük, herkes kurbağa logolu televizyon kanalını arıyordu. Kolpo Grosso’yu (yetişkin programı) bulunca salonda bulunan herkes hurra çekti. Hava şartları uygun olmadığından ekran karlı da olsa programı izleyebildik. Matabant’ta (Mataban Denizi) Hellas Radyo duyulmaya başlandı. Kötü havalarda çay molası verirdik.

Gemilerde buna demirleme denilir. Hava kötü olunca bir adanın kuytusuna girilir, demir atılır ve beklenirdi. Şimdi öyle mi? Armatör geminin hızı 2 mil düşse hemen Süvari Beyi telefonla arıyor. Adalar denizinde zikzak yapa yapa İzmir’e ulaştık.” Fenerci Sabri bunları o kadar hızlı anlatmıştı ki kendisi de inanamadı. Sonra saatini baktı, “hadi Hakan düş önüme Fındıklı’ya gidiyoruz dedi. “Orada ne yapacağız? dediğimde, “seni Deniz Nakliyat’a sokacağım” dedi. İşte o gün Deniz Nakliyat’a adımımı attım. Fenerci Sabri’ye minnettarım. Orada on yıl çalıştım, sonra diğer armatör gemilerimde toplam 35 yılı devirdim.” diye anlattım torunum Kemal’e.

Kemal’e bunları anlatırken elimi tutuyordu. Anlattıklarım bitince, gözlerini gözlerimden ayırmayarak, içten sarılarak teşekkür etti. “ Dedeciğim, yatarken de böyle bir hikâye istiyorum, ama önce kahvaltımızı yapalım” dedi.


Bunları da beğenebilirsin